30 Aralık 2011

denizyıldızlarına...

Ben yapılan iyiliklerin söylenmemesi gerektiği fikri ile büyütüldüm. Bu yüzden de aslında biraz utanıyorum birazdan yazacaklarımı yazmaktan. "E madem utanıyorsun neden yazıyorsun?" diyebilirsiniz. Hemen açıklayayım. Bu konuyu Ahmet'le konuşurken, Ahmet bana şöyle dedi; "Bunu paylaşman "ben iyilik yaptım bakın görün" dediğin anlamına gelmiyor. Tam aksine eğer bundan söz edersen başka insanların da buna katkıda bulunmasını sağlayabilirsin." Haklıydı elbett. O yüzden rica ediyorum bu yazıyı bu manada okuyun.

Şu hikayeyi mutlaka duymuşsunuzdur; Adamın biri kıyıya vurmuş yüzlerce denizyıldızlarından toplayabildiği kadarını götürüp denize bırakıyormuş. Biri ona demiş ki "hangi birini toplayacaksın, hem ne farkedecek ki?" Adam; "Elbette farkedecek. En azından denize atılan denizyıldızı için farkedecek." Farkında mısınız ne çok insan cehaletten, kimsenin birşey yapmadığından, yakın zamanda dünyanın mahvolacağından söz edip duruyor. Laf laf laf. Bu konuşanların çoğunluğu ise kılını bile kıpırdatmıyor. "Bana ne kardeşim devlet yapsın"cılardan tutun da "amaaaaan zaten batmış bu ülke"cilere kadar bir dolu insan kayıtsız, umursamaz el kol bağlamış oturuyor. Ben şuna inanıyorum; herkes birşeyler yapabilir. Mesela şu yapılan şey, yani bir okula bir kaç kitap yollamak, basit birşey ama belki sonuçları çok iç açıcı olacak. Belki bir çocuğu sanata yönlendireceksiniz, belki birinin içinde okuma aşkı uyandıracaksınız, belki birinin bozulmuş psikolojisini düzelteceksiniz. Bunu asla bilemezsiniz ama denemeye değer bence.

Yapılacak şey çok basit. İster kütüphanenizdeki kitaplardan, isterseniz satın aldığınız kitap ya da kitapları aşağıdaki adrese yolluyorsunuz.

Hınıs Anadolu Lisesi
YİBO Lojmanları Arkası
Hınıs/ERZURUM

Ben biraz önce kitaplarımı yolladım. Dilerim severek okurlar, dilerim hayatlarında bir pencere açar. Siz de katılmak isterseniz lütfen yukarıdaki adrese yollayın kitaplarınızı. Tek bir kitap yollasanız bile yeter.

Ben kendi kütüphanemden okuyup sevdiğim ve çocuklar için yararlı olacağına inandığım bazı kitapları yolladım.

Fotoğraf: Ara Güler

25 Aralık 2011

olur ya...

Şöyle birşey duymuş muydunuz; insanın vücudundaki ağrılar ve oluşan hastalıklar aslında temelde psikolojik kökenlidir. Mesela, boğaz ağrısı. Boğaz ağrısının ya da gırtlak kanserinin temel sebebi söyleyeceklerini söyleyememekten ve sözlerini yutmaktan kaynaklanırmış. Ama benim size asıl sözünü etmek istediğim şey sırt ağrıları, ki ben de fazlasıyla mevcut, sırt ağrılarının sebebi ise aşırı sorumluluk ve taşıyabileceğinden fazla yükü sırtlamış olmakmış.

Temel sebep bu mu bilmem ama gerçekten bu ara fazla yük hissediyorum omuzlarımda. Hele hele benim, keyfimin kahyası rehberliğinde yaşayan bir insan evladı olduğum göz önüne alınırsa bu yük iki katına çıkıyor. Mesela tüm hayatım iş olmuş gibi geliyor. Çalış çalış çalış çalış... şeklinde ilerliyor saatin yelkovanı ve akrep ise "kendine ayıracak tek bir saatin yok nıhahahahahha" şeklinde. Sinir oluyorum, gıcık oluyorum, uyuz oluyorum ve hatta deli oluyorum. Saçma sapan bir iş için kazanılacak iki kuruş için yatağa böyle yorgunluktan bitap bir şekilde girince başka da birşey olamıyorum zaten.

Bütün bunlar içinde bugün bana verilmiş bir armağan gibi şimdi. 6 korkunç günün ödülü gibi. Sakin bir pazar sabahı. Ilık bir güneş. Yapmak zorunda olduğun bir iş olmaması fikri. İnsan başka ne ister ki? Düşündüm de ne kadar kabus görürsek güzel rüyalar olduğundan daha güzel görünüyor. Hayat ne kadar zorlarsa bizi rahat günler mucize gibi oluyor. Bugün yan gelip yatsam mı yoksa okumak istediğim yüzlerce kitaptan birine mi başlasam, yan gelip yatsam mıııı yoksa izlemek istediğim binlerce filmden birini mi izlesem, yan gelip yatsam mı uzun zamandır sesini duymadıklarımı mı arasam? İyi de bütün bunların hepsini yan gelip yatarak da yapabilirim zaten. Tek yapmam gereken iş düşünmemek. Onun dışında ne yaptığımın pek de bir önemi yok. Hem belki o yükü düşünmezsem şu sırt ağrılarından da kurtulurum. Olur ya...

19 Aralık 2011

mekanizma...

Bence pazartesi sabahları insanların haftaya kötü başlamalarına neden olan insanlar için en ağır ceza uygulanmalı. İnsanlara pazartesi sabahı moral ve motivasyon şırınga edenlere de büyük bir ödül verilmeli. İnanın bana kanunda böyle bir madde olsa ödül alanların sayısı ceza alanlarınkinden çok çok az olur. Ödül bile denk gelmez bu adamların insanların şevkini kırmaktan aldıkları zevke. Çünkü bu tip adamlar içlerinde garip bir radar taşırlar. O radar biraz tebessüm eden, mutlu görenen insanları bir çırpıda tanır ve hemen harekete geçer. İşin ilginç yanı o radar, gülümseyen o insanın nelerden moralinin bozulacağını anında listeler ve en kayda değer olanını seçip o noktadan vurur insanı. Çok acaip bir mekanizmadır bu.

İşte tüm bunlar yüzünden başka bir radar icad edilmeli ve içlerinde bu mekanizma olan adamları hemen bulup temizlemeli. Issız bir adaya atmalı hepsini. Yesinler birbirlerini. Bakın bakalım iş verimliliği nasıl artıyor. Bakın bakalım asık suratlı insan sayısı nasıl düşüyor. Bakın bakalım ne çok şey değişiyor.

17 Aralık 2011

iki kat battaniye, bir kitap ve kolunu kımıldatacak hali olmamak...

Hızlı düşün, hızlı konuş, hızlı ye, hızlı yaz, hızlı oku... Saçmalık. İşte bu yüzden hasta oldum ben. Kimi üşüttün dedi kimi birinden bulaşmıştır dedi kimi çok yorulmuşsundur direncin düşmüştür dedi bu yüzden dedi. Nezle, grip, soğukalgınlığı falan filan da dediler ya bence öyle değil. Bunun tek sebebi bu hızdan yorulmuş olduğum ve nasıl yavaşlayacağımı bilmediğim için vücudumun kontrolü ele alması hepsi bu.

Ben saçma sapan işlerin peşinde hızla koştururken beynim muhtemelen şöyle bir konuşma yaptı; "Sevgili iç organlar, biliyorum çok çalıştınız ve çok yoruldunuz. Çünkü bu sersem ne kadar hızlı olursa kısacık ömrüne çok şey sığdıracağını düşünecek kadar budala. İşte bu yüzden de sizi hiç düşünmeden hareket ediyor. Haydi siz neyse bir şekilde kendi ritminizde görevinizi sürdürüyorsunuz ama ben daha fazla dayanamayacağım arkadaşlar. İnanın bana öyle abuk sabuk ipe sapa gelmez şeyler düşüyor ki ömrümü yedi. Diyorum ki el ele versek de şunu bir güzel hasta etsek, kolunu kımıldatamaz hale gelse. Yatağında sakince yatsa ve yavaşlığın aslında ne şahane birşey olduğunu anlasa. Ne dersiniz?"

Eh muhtemelen benim sevgili beynimin ikna ediciliği karşısında bu fikir oybirliğiyle kabul edilmiş olmalı ki tam onun planladığı gibi kolumu bile kımıldatamaz halde yatıp duruyorum. Bir yandan burnumu siliyorum, bir yandan sarsılarak öksürüyorum, bir yandan zonklayan kafamı ovuşturuyorum. Battaniylerin altında büktüğüm dizlerimin üzerinde duran kitabın buğulu kelimelerini okumaya çalışıyorum. Kah uyukluyorum kah kendimi iyi hissedip ayaklanıyorum. Bir yandan da hiç bu kadar ağır hareket etmediğimi, yavaşlığın çok garip bir şekilde zamanı da yavaşlattığını düşünüyorum. Sanki ağzımda bir parça çikolata varmış da usul usul eriyormuş da tadını tüm hücrelerimle hissediyormuşum gibi zaman... Çok acaip!

Ama biliyorum ki bu hastalıktan kurtulunca eski halime döneceğim. Ve ben buna devam ettikçe, beynim, çok yorulduğum zamanlarda, beni hasta edecek. Şimdi ne yapmalı? Yıllardır içime yerleşmiş bu hız duygusundan nasıl kurtulmalı?  

Fotoğraf: Byeblos

14 Aralık 2011

yürüyünce böyle ikimiz...

Yürüyünce böyle ikimiz, tek kelime konuşmadan ve de, her yanda çiçekler açılıyor görüyor musun? Şıkır şıkır bir dere akıyor sen konuştuğun vakit sonra. Bir cumartesi öğle sonrası oluyorsun içimde. Kış soğuğunda evinden kaçıp gelmiş gün ışığıyla perdelerden içeri dolan...

Konuşunca böyle ikimiz, hani ben susunca birden, dünya senden ve benden ibaret kalıyor, duyuyor musun? Ne varsa dünya üzerinde silinip gidiyor gözlerimin önünden. Zaten senden başkası da yalan oluyor...

Biz bakınca böyle birbirimize, sen güneş gibi gülümseyince ben şaşkına dönünce ve de, gün geceye dönüyor yıldızları sayabiliyor musun? Binlerce oluyorlar yine de yetmiyorlar sana olan aşkımı anlatmaya...

Sen birden gelince, beni o dalgınlığımdan sıyırıp dünyanın en güzel yanına savurunca, ellerinden akıyor aşk üzerime hissedebiliyor musun? Ve ben sevgilim ancak böyle zamanlarda nefes alabiliyorum. Ve çok acaiptir ki sevgilim zaten ben sırf böyle anların toplamı için yaşıyorum...

10 Aralık 2011

son günlerde...

2 gün önce...
Onu uzun zamandır tanırım. Severim de. Çok derdini dinlemişimdir çok derdini anlatmıştır. Tırnakları ne uzunlukta bilirim mesela. Saçlarını hangi zamanlarda kestirir, cuma günleri neden bezgin olur, onu ne neşelendirir, ne kızdırır bilirim. Ama o gün çok tuhaf birşey oldu. Onun o çok iyi tanıdığım kahverengi gözlerinin içine bakarken "kim bu?" diye düşündüm. Çok çok uzak biri. Tanımadığım ya da daha az önce tanışıp da hakkında hiçbir şey bilmediğim biri. Bu saçlarının içinden geçen parmaklar, sıkıntıyla kasılmış göğüs kimin? Sesi soğuk ve yabancı. Çoktan çekilip gitmiş bir deniz. Boş kıyıda öylece baktım durdum. Geçer mi bu yabancılama hissi. O hala aynı insana bakıyorken ben neden onda tanımadığım birini görüyordum bilemedim. İnsan zaman zaman tanıdığını sandığı insanları bir an için de olsa aslında tanımadığını farkeder mi? Ya da bu uzaklaşmak mıdır ondan? Onu bir yabancı yerine koymak ve orada bırakıp gitmek midir? Bilemedim. Eğer tanıdıklarımız bile bir gün böylesine yabancı geliyorsa bize, sandığımızdan çok daha yalnızız galiba...

dün...
Bu adamı daha önce kaç kez gördüm kimbilir. Kaç kez merhaba dedim yarım yamalak gülümsedim. O da tıpkı bir ayna gibi aynını yaptı. Geçip gittik birbirimizin yanından. Ama dün çok tuhaf bir şekilde sanki birbirimizin en yakın arkadaşı gibi birbirimizi yıllardır tanıyor gibiydik. Çok ama çok sıkıcı bir toplantıda yanımda oturuyordu. Dışarıda şımarık hırçın bir yağmur vardı. Öyle soğuktu ki hava üzerimizden mantolarımızı, paltolarımızı çıkarmaya korkuyorduk. Islanmıştık, sıkılıyorduk ve bir an önce evlerimize gidip pijamalarımızı giymek ve günü unutmak istiyorduk. Herkesin başının üzerinde hayal baloncukları vardı sanki. O baloncukların içinde bir soba, bir bardak çay, ısınmış bir gövde ve sessizlikten mürekkep bir kare donup kalmış gibiydi. Belki de bu yüzden o adamla böyle yakın olduk. Bazı insanlar insana evdeymiş hissi verir ya hani belki birbirimizde o evdesin hissini bulduk kimbilir. Birbirine belli belirsiz değen siyah paltolu omuzlardan ibarettik ya da. Korkma ve sıkılma yanındayım diyen bir omuz. Bir zaman bir yabancıda kısacık bir an bile olsa bu hissi bulmak olası ise eğer insan o kadar da yalnız olmamalı değil mi?

06 Aralık 2011

güneşli bir yolda usul usul...

Planları suya düşmüş. Üzülüyor doğal olarak. Ona "birşey olmuşsa mutlaka iyi bir sebebi vardır, gidememişsen gitmemen gerekiyordur." gibi bir cümle kurmaya çalıştım ama yarım kaldı. Oysa ben ona bugünlerde içimde ışıl ışıl çağıldayan bir iyimserliğin simli tozlarını bulaştırmaya çalışıyordum. Cümlemin devamını bile dinlemeden böyle şeylere inanmadığını, kendisinin katıksız bir gerçekçi olduğunu söyledi. Sustum ben de. Başka ne yapabilirdim ki?

İyimserliğin aptal harcı olduğunu düşünür bazıları. Gerçekçiliğin ise akıllı adamların işi. Eğer bu kabul gören bir gerçekse ben akıllı biri olarak adlandırılmayı reddediyorum. Çünkü çıplak gerçek hiç de sanıldığı gibi iyi bir yaşam sunmaz kimseye. Bol bol üzülür, içlenirsin. Oysa iyimser öyle midir ya? Olmuş ve değiştirilemez olana kızmayı içlenmeyi saçma bulur. Vaktini bununla harcamaz. Görünmez bir gücün kendisini esirgediğine inanmayı tercih eder mesela. Ve herkesin buna ihtiyacı vardır.

İyimser masallara mucizelere inanır bir de. Sıradan sıkıcı giden bir hayatın her an bir mucizeye gebe olduğunu düşünür. Mesela bazı sabahlar uyanır ve "hissediyorum bugün güzel birşey olacak" der. İşte buna inandığı için her gün olan ama kendisinin farketmediği birşeyi o günün mucizesi olarak kabul eder. Mesela her gün gördüğü birinin gülümsemesi güneş gibi gelir o gün. İyimser kendi cennetini kendisi yaratır.

Ben bu aralar, dünyanın çıplak gerçeğinden çokça tiksindiğimden belki, böyle aptal bir iyimser olma yolunda emin ve mutlu adımlarla ilerliyorum. İyi de geliyor. "insan kendi cehennemini de kendi cennetini de kendisi yaratır" sözünü hiç aklımdan çıkarmıyorum bir de. Bu da iyi geliyor. Ve elimden geldiğince bu iyimserliğin masalsı tozunu yakınımda duranların ellerine, yüzlerine, saçlarına bulaştırmaya çalışıyorum. Aptal kabul edilmekten korkanlar üzerlerine bulaşan bu masalsı tozu silkeliyorlar, diğerleri ise devasız dertlerine gönderilmiş bir merhem gibi minnetle kabul ediyorlar.

İşte son günlerde böyle böyle güneşli bir yolda usul usul yürüyorum. İyi geliyor.

05 Aralık 2011

ve şimdi reklamlar...

Reklamları hem izlemekten kendimi alamıyorum hem de izlerken söylenmekten. Saçma sapan felsefeler yaptığımda oluyor elbet. Mesela fren mesafesi diğerlerine göre 1 metre bilmem ne olan lastiklerden söz edildiğinde ben de beynimde böyle bir sistem olmasını talep ediyorum evrenden. Çok ama çok sinirlendiğimde frene basayım ve kimseye toslamayayım diye abuk sabuk bir sistem geliştiriyorum.

Sonra şu mutluluk vaadeden reklamlara fena halde takılıp öfkeleniyorum. Mesela sanırım bir araba markasından söz eden bir reklam var. 300 lira bölü bilmem ne çarpı bilmem kim diye gidiyor. Mutluluk nedir nasıl elde edilir diye kendini paralayan bunca insanlar dalga geçer gibi bir de formüle mi ettiniz kuşbeyinliler diye homurdanmaya başlıyorum elimde olmadan. Neymiş otomobil alacakmışız da mutlu olacakmışız, ne varmış ayol adam bilmem kaç ay taksit yapmış, hıh.

Bir de sigorta reklamları var. Yahu hergün gazetelerde binlerce saçma sapan ölüm okuyan bir adam için sigorta nedir ha? Yoldan kendi halinden geçerken kafasına saksı düşüp ölenlerin ülkesi burası. Burada ölmek öyle kolay ki sen neden söz ediyorsun? Ha bir de bize sürekli kredi falan teklif ediyorsunuz ya önce şahane bulaşık makineleri, olağanüstü canlı tv'ler, son model cep telefonlarını anlatan reklamları gösteriyor aklımızı başımızdan alıyor tam elimizi çenemize atmış "ama benim param yok ki nasıl alacağım" demeye kalmadan şak diye size şu kadar kredi verelim koşun koşun reklamlarını sokuyorsunuz gözümüze. Helal olsun arkadaşım size.

Öyle de renklisiniz ki Allah'ın cezaları daha kredi, araba, makine falan filan nedir bilmeyen çocuklar bile gözlerini alamıyorlar sizden. Ama benim en çok güldüğüm ne biliyor musunuz; tüketim kültüründen, insanların çılgınca para harcamalarından yakınan adam ve kadınların katıldıkları programlar arasına bunu empoze eden reklamları bol bol sokuşturmanız. Ve reklamlar bitince aynı adam ve kadınların aynı tükenmez inanç ve iştahla sözlerine devam etmeleri. İşte bu sahiden komik!

Ama siz şimdi daha da akıllandınız vallahi bravo. Mesela heyecanla izlenen dizilerin orasına burasına meşrubat şişeleri sokuşturuyorsunuz, sonra cep telefonlarını olabilidğince yakından çekiyorsunuz ki onlara özenen tipler o telefonlardan alsın. Hatta zil sesini bile o kahramanın telefonun zil sesi yapsın ki kendini öyle hissettsin. Bunu Polat Efendi pek güzel başarmıştı. Bir ara her yanda cep telefonu aynı çalan siyah takımlı beyaz gömlekli ve sert bakışlı adamlar türemişti. Hatta öyle bir hale gelmiştik ki "Türk erkeği nasıl bir tiptir?" sorusunu  "siyah takımlı beyaz gömlekli ve sert bakışlı" şeklinde tanımlasak kimse şaşırmazdı. Alllah'tan sonra Ezel'ler türedi. Ondan sonra da başkaları. O kadar hızlı ki herşey hiçbirşey sabit kalakalmıyor, hiçbir şey kimsenin üzerine yapışıp kalmıyor.

Polat demişken sizi bir konuda takdir etmeme izin verin. Adamın eline bir kitap tutuşturdunuz kitap aynı hafta yok sattı. Keşke tüm dizi kahramanlarının ellerine birer kitap verseniz de o kitaplar  çılgın gibi okunsa. Mesela Fatmagül Yeşil Peri Gecesini okusa. Kerim Tutunamayanları. Sonra Umutsuz Evkadınları'nın Elif'i çocuk bakımı üzerine en güzel kitapları okusa çocukları okuldayken. Muhteşem Yüzyıl'da Pargalı'ya okuttunuz bir kitap. Pek de güzeldi. Ne kaybedersiniz yahu senaryoya bu minicik ayrıntıları ekleseniz. Sonra ortaya çıkıp konuşuyorsunuz "bu toplum okumuyor da bilmem ne de" diye, ama hiçbir şey yaptığınız yok. Ancak laf. Sen üzerine yapsana arkadaşım, madem senin acaip garip dizi karakterlerine bu kadar bayılıyor bu halk sen de bu halk okumuyor diye vırvır edeceğine bir sahnede nefis bir öğle sonrası ışığı altında kendinden geçmiş okuyan bir adam ya da kadın göster tek bir karede. Birşey kaybetmezsin ama inan bana çok önemli bir yol katedilebilir senin sayende.

Ne dersin, yapar mı bunu acaba aranızdan sorumluluk sahibi birileri? Bakalım ve görelim...

04 Aralık 2011

"...zaten biz insanların gerçekle pek işi olmaz."

"...zaten biz insanların saf gerçekle pek işi olmaz. Gerçekler av hayvanları içindir. Balıklar örneğin, hayatta kalabilmek için neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmek zorundadırlar, geyikler de öyle."
Sinek Isırıklarının Müellifi
Barış Bıçakçı
sayfa 74

Yıllar önce bir arkadaşım yengesinin insanların aklını okuyabildiğinden söz etmişti. Kadın dünyanın en mutsuz kadınıymış. Çünkü herkesin dilinin söylediği ile aklından geçen bir değilmiş. Kadın gerçekten akıl okuyor muydu bilemiyorum. Dünyanın bunca karmaşık olduğuna inanan benim gibiler için bu pekala mümkün ama konumuz bu değil.

O kadın üzerine epey düşündüm. Ve arasıra can sıkıntısından oynadığımız "bir yeteneğin olsa, bu ne olsun istersin?" sorusuna her zaman verdiğim "insanların aklını okumak" cevabı değişti. O zamanlar üzerinde hiç ama hiç düşünmeden verdiğim cevap büyük ihtimal cennetin değil cehennemin anahtarı olurdu ki ben cehennemle yüzleşecek kadar cesur değildim. Gerçek cehennemdir çünkü.

İnsanlar hep şikayet eder, insanların ikiyüzlüğünden, yalandan, gerçeklerin saklandığından falan filan. Oysa kimse bütün bu gerçekle yüzleşip yüzleşemeyeceği konusunda düşünmez. Şöyle bir düşünelim kendi hayatlarımızı, bir arkadaşınız saçını boyamış olsun. Ve korkunç bir renk cümbüşü olan saçlarıyla karşısınızda halinden çok memnun, sevinçli bir ifadeyle duruyor olsun. Ona dürüst olduğunuzu ve berbat göründüğünü söylediğinizi düşünün, sonuç ne olur? Sadece arkadaşınızın mutsuzluğu. Hem ne malum sizin zevksiz olmadığınız? Belki de sahiden harika.

Farkında mısınız insanları incitmemek, kırmamak adına çoğu fikrimizi kendimize saklıyoruz. Zaman zaman başkaları zarar görmesin diye gerçeği değiştirip anlatıyoruz. Kimse inkar etmesin toplum içinde yaşıyorsak zaman zaman yalancı olmaktan başka çaremiz yok. Ve İnanın bana hiçbirimizin de saf gerçeği duymaya tahammülü yok. "Sevgilim sence şişman mıyım?" "Olur mu aşkım öyle şey şahane görünüyorsun?" Alın minicik bir örnek. Adam evet şişkosun dese bir hafta küsecekler. Ne gerek var? Hayatınızda herşey yanlış gitmiş ve tam bir başarısızlık abidesisiniz. Soruyorsun en yakın arkadaşına "sence birşeyler yapabilecek miyim, herşey yoluna girecek mi?" Dostunuz elini omzunuza koyuyor "hiçbir şey için geç değil. Elbette başaracaksın." diyor ve sayısız örnek veriyor. 40 yaşından sonra hayata başlayanlar, hayatı birden değişenler falan filan. Ama aslında size inanmıyor. Çünkü yıllardır sizden bir halt olmadığını ve bundan sonra da birşey olmayacağını geçiriyor aklından. Ama sizin duymaya ihtiyacınız olan bu değil. Ne gerek var gerçeği söylemesine. Belki sözleri sizi intihara bile sürükler gerçeği söylese, ne gerek var.

İş arkadaşlarımıza, sevgilimize, ailemize, yabancı insanlara bile aslında kendi düşündüklerimizi değil onlara iyi gelecek şeyleri söylüyoruz çoğu zaman. Kötü de yapmıyoruz. Böyle olması gerekiyor biz de böyle yapıyoruz. İşte bütün bu insanlarla yaşarken hepimiz en kralından yalancı oluyoruz çünkü başka çaremiz yok.

Eğer aklımızla dilimiz bir olsun istiyorsak gidip bir ormanda yaban hayvanlarıyla yaşamalıyız. Çünkü orada bir ayı kapınızı çalıp "nasıl görünüyorum bu sabah" diye sormaz, siz ona "çok çirkinsin çoook çok" deseniz umurunda bile olmaz. Bir kaplanı kovalayıp yakalayamadığı bir ceylan için teselli etmek zorunda kalmazsınız çünkü o sizden "olsun koçum bir dahaki sefere daha büyük bir av yakalarsın, dert etme" gibi bir teselli cümlesi beklemez. Ya da bir kediyi zayıf olduğuna inandırmak zorunda kalmazsınız. Koca bir göbeği vardır ve bu göbek onun umurunda bile değildir. Hatta arkasından "dobiiiiş, tosuuuun, şişko patates seniii" diye çılgınca bağırsanız bile o emin adımlarla mama kabına doğru yürümeye devam eder. O nedenle biz sadece hayvanlara ve bitkilere karşı dürüst olabiliriz. İnsan dürüstlüğü kaldırabilecek bir şekilde biçimlenmemiştir.

Velhasılı kelam Barış Bıçakçı'nın dediği gibi "...zaten biz insanların gerçekle pek işi olmaz."

Fotoğraf: Animalblog

02 Aralık 2011

körlük...

Hiç gitmek istemedim ama zorundaydım. Oraya varınca "iyi ki..." dedim "iyi ki gelmişim." Böyle güzel bir sonbahar olur mu? Sarı kırmızı yapraklarıyla mucize gibiydi. Dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu unutan benim gibi bir aptal için hele de...

Gözümü ekrandan istesem de ayıramayanlardan biriyim ben. Hayatı iş olmuş sersemlerden biri. Çok kızıyorum kendime. Üç beş kuruşum olsa daha fazlası değil bassam istifayı gelip yaşasam şu sarı kırmızı köyde. Ne bileyim elma yetiştirsem, nar yetiştirsem akşamları soba yaksam hiçbir konforum olmasa. Umurumda değil ki bütün bu konfor. Zaten belki de hayatımı cehenneme çeviren de o.

Yok arkadaşım ben bütün bunların içinde yer almak istemiyorum. Dileyen dilediğini desin. Korkak desinler mesela kaçtı desinler hatta yabani desinler. Yeminle umurumda değil. Ben modern olan herşeyi reddediyorum. İstemiyorum.

Dışarıda bekliyorum. Daracık bir yolda, lacivert bir arabanın yanında. Karşıdaki bahçeli evden bir kadın çıkıyor. Merakla bakıyor. Gülümsüyorum kadına. Ah onun yerinde olmak istediğimi bilse...  Belki o da benim yerimde olmak istiyordur. Topuklu ayakkabılar giymek, tırnaklarını uzatmak, pantolon giymek falan filan. Bu topuklu ayakkabıları fırlatıp atmak, tırnaklarımı kesip elip toprağa bulamak istediğimi bile... Herkes birbirinin yerinde olmak istiyor. Ama dünya yine aynı dünya. Karşı kıyıdan bakınca belki de hiçbir şey değişmiyor. Topuklu ayakkabıları çıkarıp aşağıya indiğimizde yani toprağa yakınlaştığımızda iyice daha iyi olacağını sanmak niye? Gözünü ve kalbini hatta beynini çıkarıp atmadıktan sonra dünya yine aynı dünya değil mi?

"Çok zor çok" diyor "köy hayatı." Tek kelime etmiyorum. O anlatıyor dinliyorum. Bitmek tükenmek bilmeyen işlerden söz ediyor "ahhh ahh" diyorum. Gel diyor sana ekmek vereyim. Yeni pişirmiş. Teşekkür ediyorum. Çünkü alırsam, o kokuyu duyarsam bir daha dönemem diye korkuyorum. Dönsem bile daha da korkunç görünür buralar diye ya da...

Arabaya biniyorum. Ağaçlara baka baka sorunun kendi içimde olduğunu düşünüyorum. Öyle ya nasıl görürsek öyle dünya. Peki ya ben neden hala cehenneme bakmakta ısrar ediyorum. Yok mu hiç güzel birşey. Mesela o yeşil gözlü afacan çocukta yok muydu güzel birşey? Kitaplar var mesela, sıcak kış akşamları var. Uzun uzun sustuğum ağzımı ancak çay içmek için açtığım akşamlar... Dünyanın abuk sabukluğuyla zalimce dalga geçtiğim zamanlar var. E vallahi billahi var güzel şeyler. Peki ama ben ne zaman bunca kör oldum. Açılır mı bu gözler yeniden?

Fotoğraf: Resimde.com

30 Kasım 2011

aşk üzerine söylenecek yeni bir sözcük yok...

Aşk üzerine binlerce söz söylendi ve ben sana yeni bir sözcük vaadetmiyorum. Belki şefkatli bir bakış ya da küçük ve sıcak bir gülümseme en fazla... Zira söylenmiş tüm sözcüklerin kalplerimizde kaynayan volkanın yanında esamesi okunmayacak bir toz tanesi olduğunun farkındayım.

Bugün dedim ki kendime, hiçbir şey beklemeden taşı bu aşkı yanında. Taşı ne olacak ki... Cüzdan taşıyorsun kirli paraların bulunduğu, defter taşıyosun efkarlı sözcüklerle dolu, içi ıvır zıvır bin türlü gereksiz şeyle dolu koca bir çanta taşıyorsun da bu aşk mı ağır gelecek sana. Onu evde  masanın üzerinde unuttuğun günleri anımsa dedim boyama kitabının boş bir sayfası gibi olmuyor mu dünya öyle günlerde? Bu aşk senin yeşilin, mavin, kırmızın, turuncun ve sarın...

İşte bütün bunlar yüzünden sevgilim sana hiç sormadan gözlerinin bebeğinden küçük bir yıldız çaldım. Saçlarından beyaz bir tel, ellerinden hafif bir sıcaklık ve kalbinin tam ortasından masum bir şey... Ve bütün bunlardan yaptım bu aşkı.  Ki senden bile sakladım.

Dünya işte bunun üzerine dönüyor şimdilerde. Aşkla dönüyor. Benim başımda öyle. Ve yeryüzü ve gök arasındaki herşeyin üzerine yemin ediyorum ki ben buna kendi gönlümle teslim oldum. Sırf dünya rengini kaybetmesin diye...

Fotoğraf: Life

27 Kasım 2011

kadınlar, adamlar ve çocukları...

Buz gibi mutfakta oturuyoruz. T. cezvenin üzerine eğilmiş sanki içinde onu şaşırtacak birşeyler görecekmiş gibi fokurdayan kahveye dikkatle bakıyor. Onun herkesin doğal karşıladığı şeylere şaşıran halini seviyorum. Bunu düşünerek önümdeki gazete parçasına dönüyorum. Birşeyleri sarmak için kullanılmış kırış kırış olmuş gazeteyi elimle düzeltiyorum, okumaya başlıyorum. Üzerinde tarih yok. T. gülüyor. Bunu ne zaman yapacağımı merak etmiş. O gazeteyi düzeltip okumaya başlamasam şaşacağını söylüyor. Bana sokakta bulduğum gazete parçalarına kitap sayfalarına da aynı şeyi yapıp yapmadığımı soruyor. Yapmadığımı söylüyorum.

Bir yandan kahveyi fincanlara boşaltırken "Eee" diyor "ilginç birşeyler var mı gazetede?" "Rusya'da baby-box adlı kutular yapmışlar, istenmeyen bebekleri oraya koyuyorlarmış" diyorum. T. elinde cezveyle dönüyor, yüzünde yine o şaşkın ifade. Bu kez gözleri daha da büyümüş. "Nasıl yaaa?" diyor. Bebeği kutuya koyan kişiye 30 saniye verildiğini, eğer bebeği bırakan kişi fikrinden vazgeçerse o 30 saniye içinde bebeği geri alabileceğini, bebek kutuya bırakıldıktan bir kaç dakika sonra doğumevine sinyal gittiğini ve görevli birinin bebeği almaya geldiğini anlatıyorum. Kutunun güvenli olup olmadığını soruyor T. "Kutuda kapılar kapanır kapanmaz aydınlatma, klima falan devreye giriyormuş" diyorum. "İyi bari" diyor.

"Aslında bu, sokağa bırakılan çocukları korumak için fena bir yol değil. Ama yine insanın içi bir tuhaf oluyor ne dersin?" diyorum. T. bir süre düşünüyor. O bazı anne babaların çocuklarının elinden alınması gerektiği gibi konumuzla ilgisi olmayan bir cümle kuruyor. Duvarın sarısına dalıp gittiğine bakılırsa aklı başka bir yana kaymış. T. çalıştığı dizi setinden söz etmeye başlıyor. Dizideki bebek ve çocuklardan. Henüz bir yaşında bile olmayan bir bebeğin çok rahat ve çok gülen bir bebek olduğundan, bebeğin ağlaması gereken sahnelerde bebeği çimdiklediklerinden söz ediyor. Tepem atıyor, "bu sırada bebeğin annesi nerede?" diyorum. Nerede olacak elbette o da setteymiş. "Peki ne yapıyor bebeği çimdiklenirken?" diyorum. "Hiiiiiç" diyor. Baş parmağı ve işaret parmağını birbirine sürtüyor "para canım para" diyor.

Kimse bana kızmasın ama el kadar bebeğini dizi ve film setlerinde oradan oraya sürükleyen anneleri anlayamıyorum. Bir yandan belki paraya ihtiyaçları vardır diyorum belki çaresizdirler diyorum ama peki ya böyle değillerse? Peki dertleri sadece yaşam standartlarını yükseltmek için çocuklarını oradan oraya sürükleyip ağlasın diye çimdikletiyorlarsa? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey bir çocuğum olsa ona asla bunu yapmam.

T. "sence bu dünyaya çocuk getirmek doğru mu?" diyor. "Bilemiyorum" diyorum. Aslında bu konuda çok düşündüm ama hala emin değilim. Gelecek bunca belirsizken bir çocuğu bile bile cehenneme atmak mı yoksa dünya belki iyi insanlarla iyi bir yer olur umuduyla bir çocuğu dünyaya getirmek ve onu en iyi şekilde yetiştirmeye çalışmak mı? T. ise kesinlikle çocuk istemediğini söylüyor. Onu yeterince koruyamayacağına inanıyormuş. Pek haksız da sayılmaz. Zira bugünkü gazetede kendi kızını taciz etmiş bir adamla ilgili bir haber okudum ki tehlike sadece dışardan değil kendi evinin içinden de gelebilir. "Bütün bunları düşünürsek insanoğlunun soyu tükenir" diyorum. "Haklısın ama" diyor "dünyaya bir çocuk getirirsem o çocuğu kendi ellerimle cehenneme atarmışım gibi geliyor." diyor. Onu ikna edecek cümleler aranıyorum ama ben kendim bile neredeyse onunla aynı fikirdeyken onu nasıl ikna edebilirim.

T. konuyu değiştiriyor, "şunu bir daha anlatsana" diyor. Kocasını kesip yahni yapan Hintli kadından söz ediyor. Nesini anlatayım diyorum. "Adam kızını taciz etmiş. Kadında adamı boğmuş sonra kesip parçalardan yahni yapmış. Yemeği yakacakmış sonra da kanalizasyona dökecekmiş." Ben ona kızamıyorum diyor T. "Evet" diyorum. "Ama o kolları bacakları nasıl kesmiş ve soğukkanlılıkla nasıl yemek yapmaya başlamış akıl alır gibi değil." T. bunu mide bulandırıcı bulduğunu söylüyor. "Elbette mide bulandırıcı ama kadının yerine koy kendini kendi evladına tacizde bulunan bir kocan olsaydı ne yapardın?" T. büyük ihtimal eline ne geçerse onunla saldıracağını söylüyor. "Ben de" diyorum. "Bu doğal bir tepki. Asıl doğal olmayan ne biliyor musun?" diyorum. "Kocaları kendi çocuklarına tecavüz ederken susan kadınlar. Çok hikaye duydum. Sen de duymuşsundur. Ve o kadınların görüp de görmemezlikten geldiği bu mide bulandırıcı hikayeleri anımsadıkça dehşete düşüyor insan. Şimdi düşününce bu Hintli kadının yaptığı mı mide bulandırıcı yoksa çocuğu kendi babası tarafından tecavüze uğrarken susan kadının yaptığı mı?"

Resim: Anna Lohse

22 Kasım 2011

değiştirin bu kafayı güzel kardeşim değiştirin...

Çok ilginç bir insan modeli vardır. Bu model şuna benzer laflar eder; "Aman efendim hayvan haklarıymış da yok efendim kürke hayırmış da, sanki insanların dertleri bitti de sıra hayvanlara geldi." Bu çok acaip bir kafadır. Bu kafanın içinde tüm insanlar doymadan tüm insanlar ısınmadan tüm insanlar mesut ve bahtiyar olmadan sıra asla başka canlılara gelmez gibi bir madde vardır. Canlılara duyulan sevginin ve merhametin sadece insan türünü kapsaması gerektiği gibi salakça bir kanaattir bu. Değiştirin güzel kardeşim bu kafanızı. Hem merhamet ve vicdandan söz edip insan dışındaki tüm canlıları hiçe saymayın. Mesela "iyi ama hayvanlar bizim için yaratıldı, bitkiler de öyle" gibi abuk sabuk konuşmayın. Onlar sizin köleniz olacak gibi bir kanun var mı doğanın kitabında. O sizin bozup durduğunuz dengeyi sağlamak için var onlar evet ama sizin köleniz değil hiçbiri.

Sen şimdi bir ağaca, bir kediye, bir böceğe saygı duymuyorsan mesela tırnağının ucu kadar adını bile bilmediğin bir böceği sırf canın istedi diye öldürüyorsan senin katil canavar dediğin insanlardan ne farkın var. Hatta sen daha bir zalimsin. Bir insana saldırsan o kendini savunabilir ama duvarda sessizce yürüyen minicik bir böcek nesiyle savunacak kendini sana karşı. Yürüdüğü sokakta bir ağacın yaprağını öylesine koparıp geçen sen, bir de şunu düşün bakalım, sen bir yerde otururken yanından geçen biri saçından bir tel koparsa ne yaparsın? Yok yok abartmıyorum hiç farkı yok. Aslında şöyle bir fark var sen saçını koparana bağırır çağırır çok sinirli bir tipsen bir tane patlatırsın e ağaç ne yapsın? Dalını eğip kamçı gibi kafanda şaklatsın mı? Aslında yapsa iyi olur ya zavallıların gayet teslimiyetçi bir yapıları var, elden birşey gelmez.

Ama bak aklı başında birileri de var şükür. Adamlar kürk satışını yasaklamışlar. Karara göre kentteki dükkanlar, artık hayvan derisi, postu ya da kürkünden yapılan giyecekleri satamayacaklar. Oh olmuş. Hem de West Hollywood gibi bir yerde bütün bu kürkçü dükkanları kapanacak. West Hollywood kenti, uzun süredir hayvan dostu yasaları ile tanınıyormuş. Hatta daha önce de kedilerin tırnaklarının sökülmesi yasaklanmış (bu da bir acaip kedilerin tırnaklarını söken tuhaf tipler de varmış demek) ev hayvanları "arkadaş" sahipleri ise "koruyucu" olarak resmen tanımlanmış. Dünyada aklı başında Kent Konseyleri olduğunu bilmek umut verici hiç olmazsa.

Söz hayvanlara bitkilere gelmişken şunu da söylemeden edemeyeceğim, kedilerini köpeklerini binbir kılığa sokan arkadaşlar, bunu neden yaptığınızı ben şahsen çok merak ediyorum. Mesela kedilerinize neden drakula, süpermen ya da falan filan kostümü giydiriyor sonra da gülme krizine giriyorsunuz. Bunun nesi komik ki? Ya da köpeklerinizin o olağanüstü güzellikteki tüylerini neden acaip acaip kestirip zavallıyı maskaraya çeviriyorsunuz? Yemin ediyorum onların yerinde olsam sizi ya ısırırım ya da fena halde tırmalarım ki hiç de vicdan azabı çekmem.

Haber: Radikal
Fotoğraf: The Animal Blog

17 Kasım 2011

tıkanma

Çok konuşuyorum ama yazamıyorum. Oysa eskiden tam tersiydi. Belki de zaten çok konuştuğum için yazamıyorumdur. Biri karşıma geçip oturduğunda nereden nasıl geldiğimi bilmediğim birşeyi anlatırken buluyorum kendimi. Hatta öyle çok konuşuyor öyle çok hikayeler anlatıyorum ki kendi sesimden başım şişiyor. Bir de herkes anlattıklarıma kahkahalarla gülerken ben hemen hemen pek birşeyi komik bulamaz oldum son zamanlarda. Bilemiyorum bu hal neyin alameti.

Her neyse dediğim gibi yazamıyorum. Ağzımın içinden denetlenemez bir biçimde dışarı kaçan sözcükler bir yerlerde tıkanıyor ve parmak uçlarıma ulaşamıyorlar. Eğer sözcükler damarlar yolu ile iletiliyor olsa idi o zaman parmaklarıma giden damarlarımın tıkanmış olduğunu ve bu yüzden birşey yazamadığımı söyleyebilirdik. Ama böyle birşey de bildiğim kadarıyla söz konusu değil.

Günlerdir bunu düşünüyorum ve sanırım bu halimin sebebi "bütün bunların ne anlamı var?" diye düşünüp duruyor olmam.. Dünyada yaptığımız herşeyin bir oyalanma hali olduğunu düşünürsek denetlenmez bir şekilde konuşmam can sıkıntımı yenmek için olabilir. Yazamamam ise yazmanın yavaş yavaş yapılan bir eylem olmasından ve yazdığım metne tekrar göz atarken "ne anlamı var bu kelimelerin" diye düşünmeme olanak tanımasından pekala kaynaklanıyor olabilir.

Yazamıyor olmak bir sorun mu? Bazılarımız için evet bazılarımız için ise hayır. Benim için sorun mu? Sanıyorum evet. Çünkü yazamadığım zamanlar doğru dürüst düşünmediğim zamanlar anlamına geliyor benim için. Ve düşünmüyor olmak ise yaşamadığım, günleri tüketip bitirdiğim zamanlar anlamına.

Sanıyorum bu sorunu aşmanın tek yolu şu anlamsızlık duygusundan kurtulmak. Zira olup biten herşeyin bir anlamı ve nedeni mutlaka olmalı. Ben şu an bu anlam ve sebebi göremiyor olsam da olmalı. Ya da en azından insan bunların var olduğuna dair kendini kandırmak için sağlam ama pek sağlam bir yalan bulmalı. Ben sanırım bu yalanı bulma konusunda da yeteneksizim.

Eğer kendimi yeniden inandırmayı becerebilirsem anlamlı birşeyler olduğuna, yaptığım şeyin bir anlamı olduğuna belki o zaman defterlerim yine dolabilir. Bulduğum kağıt parçalarına, peçetelere yeniden birşeyler karalayabilirim. Kağıt üzerindeki kelimelerde beynimin içini yeniden görebilirim. Şimdiki gibi kafatasım içinde sümüksü pembe bir kütle taşıdığımı hissetmekten vazgeçebilirim.

İşte bütün derdim bundan ibaret. Yazamamaktan çok adam akıllı düşünememek, kafamın içindeki bulamacı gün ışığında kurutup yeniden düzenleyememek...

Fotoğraf: dontcallmebetty

11 Kasım 2011

iç dökümü, yine...

Ben bıktım bir insan olarak olup bitenin içimde açtığı yaralardan söz etmekten ama dünya bıkmadı tüm bu korkunç şeyleri doğurmaktan. Artık ölümlerden ve ölenlerden, zalimden ve zulümden söz ede ede tüm inandırıcılığımı kendime karşı bile kaybediyormuşum gibi geliyor.

"Çıldırmış bir dünyada sağ kalabilmenin öyküsü"nü anlatan bir kitap okuyorum son günlerde. Kitabın sunuşunda şöyle diyor: "dünyayı değiştirmek isteyen insanın elinden hiçbir şey gelmese bile 'en azından haykırabileceğini' söylüyor: 'Bu kalın bir battaniyenin boğduğu bir çığlık da olsa zararı yok.'

Yazarak ya da konuşarak haykırmaktan boğazınız paramparça değil mi sizin de? Bu berbat dünyanın ucundan kıyısından tutup çekiştirmekten yırtılmadı mı elleriniz? Ama yetmiyor yetemiyoruz hiçbirimiz. Kimse aslında kimseyi kurtaramıyor. Baştan yanlış atılmış bir temel üzerinde kendi depremlerimizi bekleyerek yaşıyoruz ve hergün ama hergün yüzlerce insanın sırf hayatlarına değer verilmediği için ölüp gittiklerine tanıklık ediyoruz. Çıldırmış bir dünya bu sahi. Başka türlü tanımlanamaz.

Diyor ya şair :

Deli sizsiniz böyle bir çağda akıllı kaldığınız için.
Ben sizin akla hayale sığmayan yanınızım
siz ki dünyayı üstünüze giyseniz
yine de açıkta kalırsınız
çünkü gözleriniz dipsiz bir ambar sanki.
ah siz,
mezarlıklar müdür olsanız
bundan daha iyi bir koyup hiç almasanız
bir tohum gibi kendinizi toprağa...

İbrahim TENEKECİ

Fotoğraf: Life

07 Kasım 2011

"Umutsuzluk biraz olsun dinlenme gerektirir."

Sabah. Odanın içine sarı bir şelale gibi akmış güneş. İşte sana sevinmek için küçük (sahi küçük mü?) bir sebep. Mavi bir gök. Alabildiğine mavi hem de. Odanın içine bakıyorum olduğundan daha bir gerçek gibi duruyor herşey. Gerçek demeyelim de net diyelim. Evet olduğundan daha bir net. Böyle ışık altında sisli bir denizde önümüzü görmeden ilerliyormuş gibi süren hayat her yanıyla ortaya çıkıyor sanki.

Siz hiç sevinçten ne yapacağını bilemeyen birini gördünüz mü? Aslında bu daha çok insanların değil de yaşamı daha basit daha gerçek yaşayan hayvanların yaptığı birşeydir. Uzun zamandır bağlı duran bir köpek mesela onu bıraktığınız anda nereye koşacağını şaşırır. Bir o ağaca koşar, bir bahçede çılgın gibi dolanır ve onun sevincine kuyruğu, kulakları, tüyleri herşeyi aynı derecede katılır. Onlar biz insanar gibi kafalarına ne gelecek kaygısını takarlar ne de geçmişte başlarına gelen birşey için ah vah ederler. O an ne ise odur. Önlerine konmuş bir tabak yemeği şapır şupur bir sevinçle yerler mesela, özgürlüğü birazdan yeniden bağlanacağını düşünmeden yaşarlar. Çok ilginçtir ben de bu sabah bir köpek sevinci ile kalktım yataktan. Aklımda ne geçmiş ne gelecek kırıntısı hiçbir şey olmadan. Sırf güneş yüzünden elbet. Başka ne olabilir ki?

Nereye koşsam ne yapsam bilemediğim zamanlardan biri bu. O nedenle kitaplığın önünde bağdaş kurmuş oturuyorum. Karmakarışık saçlarım yüzümü gıdıklıyor buna bile aldırmıyorum. Siz de yapar mısınız bilmem, arada bir kitaplıktan bir kitap çekip ortasından okumaya başlarım ben. Bir sayfa iki sayfa sonra başka bir kitap. Belki beş ya da altı sayfa. Bazen de tek bir cümle. İşte bu sabah da böyle oluyor. Cuma'yı alıyorum ve içinden tek bir cümleyi tesadüfen okuyorum. Şöyle diyor; "Umutsuzluk biraz olsun dinlenme gerektirir."

Tamam diyorum ne güneşin şelalesi ne de mavi gökyüzü şu hale sebep. Geçip giden günlerin içimde bıraktığı o kapkara umutsuzluğu gece atıvermişim üzerimden. Çok terleyip çıkardığın bir kazak gibi yataktan fırlatmışım gitmiş işte. Elbet yatağın altından, odanın köşesinden bir yerden bir zaman çıkacak ama şimdilik kurtulmuşum ondan işte. Ne güzel. Ne güzel.

Kitap falı her zaman işe yarar. İçinde bulunup da ne olduğunu anlayamadığınız ruh hallerini tarif etmeye, kafanızı karıştırıp da bir türlü içinden çıkamadıklarınızı anlamaya, cevapsız sorularınızın cevaplarını bulmaya, karar veremediğini konularda doğru kararı vermeye... Deneyin. Ve inanın bana o rastgele sandığınız kitabın yine rastgele açtığınızı sandığınız sayfası aslında kendinizle ilgili bir sır barındırıyordur. Kelimelerin büyülü, görünmez eli sizi kulağınızdan tutup oturtmuştur o kitaplığın önüne. Bir deneyin. Kaybedecek birşey yok ne de olsa...

30 Ekim 2011

iyilikle güzellikle...

Benim ailemde şöyle söylerler; "Kendin yemeyeceğin yemeği bir başkasına, kendin giymeyeceğini giysiyi bir başkasına vermek ayıptır." Çok doğru bir laftır. Ve şükürler olsun ki tüm ailem bu lafı üzerinde düşünmeden kabul etmiş ve hayatları boyunca uygulamışlardır.

Ailemin maymun iştahlı bazı üyeleri çok giysi alır. Ve bu giysilerin çoğu da bir kez bile giyilmeden dolapta bekler. Bir gün giysi kalabalığından bunaldıklarında akıllarına o giysileri ihtiyacı olanlara vermek gelir. Hepsi bir kenara ayrılır. O giysilerin içinde elbette giyilmiş, yıpranmış, sökülmüş, rengi solmuş olanlar da bulunur. Bu kez bunlar ayrılır. İçlerinde giyilebilir olanlar onarılır. Sonra hepsi toplanır temiz görünseler bile yıkanır, ütülenir ve ihtiyacı olanlara verilir.

Bunu anlatmaktan utanıyorum. Çünkü benim ailemde yapılan yardım ve iyiliklerin bir yerde sözünün edilmesi de ayıptır. Ama konuyu bir yere bağlayacağım. Şimdiye kadar tahmin etmediyseniz hemen söylüyorum, Van'a gönderilen yardım kutularından çıkan giysiler ve diğer şeyler sözünü etmek istediğim.

Mutlaka duymuşsunuzdur, kutuların içinden mini etekler, pullu dantelli payetli kıyafetler, abuk sabuk bir dolu şey çıkmış. Bir köşe yazarı bunun kışlıkları yazlıkları ayıklamaya çalışan ev kadınlarının marifeti olduğunu yazmış. Doğrudur. Böyle kadınlar var ne yazık. Hatta utanmadan sıkılmadan kirli battaniyelerini leş gibi kokakn giysilerini de yollayanlar olmuş. Şöyle bir zihnin ürünü mü bu acaba; "nasılsa hiçbir şeyleri yok herşeye razı olurlar, o kadar soğuk ki kokan bir kazağı giyer, leş gibi bir battaniyeye sarınırlar." Böyle düşünmüş olabilir mi? Bu kadar vicdansız ve aşağılık olabilirler mi sahi? Evet olurlar. Bunu daha önceki depremlerde de yaptılar çünkü. Deprem onların evlerindeki fazlalıklardan kurtulmaları için bir fırsat yarattı yine. Hayat ne acaip birileri başka birilerinin felaketini yine kendi çıkarı için kullanmayı becerebiliyor.

Yardım kolilerinden taş, bayrak ve sopa da çıkmış. Bunun üzerine yazmıyorum bile. Zira yüreklerindeki merhamet duygusunu kine ve nefrete teslim etmiş insanlar da var bu ülkede. Öyle çok genç çocuk öldü ki, o insanların acıdan akılları karıştı. Genellediler ve katillerle masumlar artık ayrılamaz hale geldi gözlerinde. Bu ülkenin doğusunda yaşayan herkesi potansiyel katil olarak görmeye başladılar. İnsanoğlunun çoğunun zihni genellemelerle çalıştığına göre bunda garipsenecek bir yan olmamalı. Bu yüzden kızsam kızamıyorum zira benim de içim yanıyor mayına basıp ölen hayatlarının baharındaki çocuklara, çocuklarını, hamile eşlerini geride bırakıp giden genç adamlara. Kimin içi yanmaz paramparça olmuş ailelere, yüreğinde ateşle dolaşan anne babalara...

Ama insan böyle durumlarda elini yüreğine koyup düşünmeli. İçindeki acıya ve kine teslim etmemeli vicdanını merhametini. Çünkü sonra sonra kendinize bile veremezsiniz bunun hesabını. Eğer bir tarafta olmaya ihtiyacınız varsa iyiliğin tarafında olun mesela. Ve şu fotoğraflara bakarak düşünün. Ve yine bu fotoğraflara bakarak inanın; iyiliğin olduğu yerde insanlar düşünür ve bu iyiliğe nankörlük edemezler. İnsan bilir ve hatırlar. Kendisine uzatılan battaniyeyi, verilen ekmeği, koluna girip onu rahat bir yatağa yatıran insanı anımsar. Bir felaket anında koca bir ülkenin kendisi ile birlikte ağladığını anımsar. Ve o an anlar ki yalnız değil. Bu ülkenin bir parçası. Herkes onun ailesi. İnanın bana nefret bitirmez kötülüğü. Kötülüğün üstesinden ancak iyilik gelir.

Fotoğraf: Vatan Gazetesi

27 Ekim 2011

kalpsiz tüm mahluklara mektup...

Şu fotoğrafı görüyor musunuz? İşte bu fotoğraf acının, çaresizliğin, korkunun, kabusun, dehşetin, herşeyini kaybetmenin, geleceği hayal edememenin fotoğrafı... Sen ve senin gibiler o sözleri söylerken bu kareleri hayal etmiş miydiniz merak ediyorum. Gözlerinizi kocaman aça aça "ama onlar da bizimkileri öldürüyorlar" derken bu adam ve kadınlardan, hele çocuklardan ve bebeklerden hangisini birini öldürürken görmüştünüz bunu da merak ediyorum. Bu ülkenin doğusunda yaşayan herkesi potansiyel katil olarak görmeye ne zaman başladınız mesela? Ve ne zamandır öldü içinizdeki insanlık? Bu insanlar hüngür hüngür ağlarken, sevdikleri bir anda yitip giderken, kolları bacakları enkaz altında ezilmişken, herşeylerini kaybetmişken nasıl oluyor da içinizdeki nefret hala böyle dimdik ayakta duruyor? İnanın bana midemi bulandırıyor son zamanlarda söylediğiniz herşey. Beyninizin kıvrımlarını açıp içindeki o iltihaplı düşünceleri bir bir çıkarmak istiyorum. Ama siz bunları söylediğim zaman beni vatan haini ilan etmeye kadar götürüyorsunuz işi. Sırf o insanların haline üzüldüğüm için "sen onları mı destekliyorsun yoksa" gibi salakça laflar ediyor, benim onlar ve biz diye bir kategori ile hareket etmediğimi anlayamıyorsunuz. Şimdi ben neye kahrolayım bilemez haldeyim, o hayatları mahvolan insanlara mı yoksa sizin gibilere bakıp "oh oldu onlara hakediyorlardı, Tanrı cezalarını verdi" diyenlerle aynı ülkede yaşadığıma mı?

Ama şimdi biraz olsun gönlüm rahat. İki çocuk gördüm az önce televizyonda. Ayakkabı boyacısı iki çocuk. 8 lira toplamış onu depremzedelere göndermişler. Engelli bir adam gördüm. Balon satıyordu. İki tane battaniye göndermiş. Sonra kağıt toplayan adamlar vardı. Ellerinden gelen yardımı yapmışlar. İlkokul çocukları gördüm sonra babalarından aldıkları harçlıkları Van'a yollayan. Yevmiyelerini yollayan işçi kızlardan, ördüğü kazakları yollayan ev kadınlarına kadar pek çok güzel insan gördüm. Ve şükürler olsun ki bu insanlar da var dedim içimden.

Biliyor musunuz eğer onlar ve biz diye bir ayrım yapacaksanız şöyle yapmalısınız; içinde insanlık duygusu kalmayanlar ve hala insan olanlar...

22 Ekim 2011

çatık kaşlı mutluluk

Biri bana "mutlu musun?" diye sordu. "Al işte" dedim "mutluluğun ne olduğu ile kafayı bozmuş biri daha." Gülümsedim. O ise basit bir soru sorduğunu "evet" ya da "hayır" dememi beklediğini söyledi. Tekrar gülümsedim. "Eğer basit bir soru olsaydı" dedim "sen bu soruyla bu kadar zamandır boğuşuyor olmazdın değil mi?" Nereden mi biliyordum bu soruyla boğuştuğunu. Biliyordum çünkü pek çok insan mutsuzdu ve mutluluğun ne olduğu üzerine kafa yoruyordu. Çünkü pek çok insan eğer mutluluğun bir tanımını yapabilirse onu nasıl arayacağını bilmeyi umuyordu. Tekrar sordu mutlu musun diye. Bu kez gülümsemedim. Dedim ki, böyle bir dünyada mutluyum deyip de bu mutlu olma halinden utanmayacak biri var mı? Birşey demeden gitti.

Sorusunun cevabı evet değildi. Bunu ona söylemedim. Varsın mutlu hissettiğimi ama bundan utandığım için söylemediğimi sansın. Belki "o mutluymuş ben neden olmayayım ki" diye bir umudu olur. Bunca umutsuzluk içinde yalan da olsa birine umut olmanın bir sakıncası yok, öyle değil mi?

Bu bir çelişki. Mutlu olma çabasındayız hepimiz ama dünya böylesi bir cehennemken bundan utanıyoruz. Ama mutlu olmayı beceremezsek cehennemi cennete çeviremeyeceğimizi de biliyoruz. O yüzden ne yapsak ne etsek bilemeden şaşkın şaşkın dolaşıyoruz. Gencecik adamlar ölürken mesela, anneleri yakalarını bağırlarını yırtarken mutluluktan söz edilebilir mi? Dünyada sanki yeterince kanlı sahne yokmuş gibi kocalar kadınları öldürürken kim ne hakla söz edebilir mutluluktan? Bir adam kendi halkı tarafından paramparça edilirken ve birileri bu videoyu izleyip de "oh oldu ona" derken insana dair inandığın vicdan, merhamet ve acıma gibi duyguların aslında bir laftan ibaret olduğuna şaşırken nasıl söz edebilirsin güzel olan şeylerden? Size de her an herşey dağılıyor yıkılıyor gibi geliyor mu bu ara? Cehennemin ortasında ayaklarınız yanmasın diye parmak uçlarınıza basa basa yürüyor gibi hissediyor musunuz kendinizi? Mutsuzluktan öleceğinizi boğulacağınızı sanıyorken ve kendinizde işleri yoluna koymak için istek bulamaz ama bunu yapmak zorunda olduğunuzu biliyorken utanıyor musunuz kendinizi bencil çok bencil sanarak?

Oysa bu bencillik değil. Bu direnme ve ayakta kalma çabası. Ters giden birşeyleri düzeltebilme ihtimalini kendine umut yapma çabası. Belki bize gereken çatık kaşlı bir mutluluk. İçinde umut barındıran ama kederini de yüzüne tablo gibi asan bir mutluluk. Herşeyin iyi olacağına dair, kimsenin ağlamayacağına, kimsenin aç kalmayacağına, hayatın her bir ucundan bizim gibi insanların tutacağına dair birşey...

Fotoğraf: L'acte Gratuit

12 Ekim 2011

Levin, kahramanım benim...

Ter içinde uyandım. Saat üç buçuktu. Gök patlıyordu. Odanın içi aydınlanıyor kararıyor insanı ürpertiyordu. "Birşey olacak" dedim kendi kendime. Bir felaket. Dilimi ısırdım. Ama o duyguyu bir türlü atamadım içimden. Sonra bir yağmur başladı. Dinledim, dinledim, dinledim. Bana hep huzur veren o ses çok korkuttu beni bu kez. Uzun süre uyuyamadım. Neden sonra sızıp kalmışım.

Böyle bir gecenin sabahında insan güne iyi başlayamıyor. Kalktım giyindim. İşe gittim. Ben giyinirken o anlamsız öfkem kaşla göz arasında çantama girmiş olmalı ki gider gitmez sardı her yanımı. Ama işin garibi böyle olan bir tek ben değildim. Herkes gergindi. Gün boyu ağız dalaşları, bağırış çağırışlar eksik olmadı. Ben böyle durumlarda hep yaptığım gibi sessizce öfkemi yenmeye çalışarak oturmaya çalıştım yerimde ama böyle durumlarda hep olduğu gibi bela mıknatısı oldum. Ama bu konuya girmeyeceğim zira anlatmak istediğim başka şeyler var.

İnsanlar gece hemen hemen benimle aynı saatte uyandıklarını ve uzun süre uyuyamadıklarını söylediler. Bir felaket olacağı hissini onlar da yaşamışlar. Ve anlaşılan hepimiz aynı duyguyla başlamışız güne. Ne fena...

Düşünüyorum da insanları birbirlerinden bağımsız düşünmek ne kadar akıl karı. Hepimizi saran ortak bir hava varken ve bu hava bazı zamanlar hepimizde aynı duyguyu uyandırıyorken nasıl birbirimizden bağımsız olabiliriz? Tıpkı bir organizmanın hücreleri gibi değil miyiz? Tıpkı hava gibi etrafta olup biten olaylarda bizi bu şekilde etkilemiyor mu? Korkunç dediğimiz şeyler bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmıyor mu birbiri ile hiç ilgisi olmayan insanlar arasında? Peki ya modaya ne demeli... Üç beş ay önce görseniz güleceğiniz kıyafetleri giyerken bulduğunuz olmuyor mu kendinizi?

Geçen gün yaşadığım yerde adamın biri karısını boğazını keserek öldürdü. O adamı bir kaç gün önce gören bir arkadaşım o adamın nasıl böyle birşey yaptığını anlayamadığını söyledi. Düşünüyorum da gazetelerde her gün okuduğumuz karısını boğazlayan, kesen adamların hikayeleri bazı insanların aklında bir seçenek olarak yer alıyor olabilir mi? Peki ya dolandırıcılık hikayeleri, soygunlar, gasplar... Her biri bir seçenek olarak beynimizde yer ediniyor olabilir mi kendine? Bir zamanlar anımsar mısınız bilmem, gerçi hala var ya, çocuğunu rehin alıp keseceğini ya da yakacağını söyleyen ve istediğini almaya çalışan adamlarla dolup taşıyordu gazeteler. Nedendi peki bunların birbiri ardına oluşu? O haberler "çaresizsen bir seçeneğin daha var" mesajı mı veriyordu? Belki de...

İşte bu yüzden bazen yalıtılmış bir yaşam sürmeyi hayal ettiğim oluyor. Anna Karenina'nın en sevdiğim kahramanı Levin gibi gidip köylülerle ot biçmek, otun kokusunun dünyadaki en güzel şey olduğunu sanmak istediğim oluyor. Bütün bu üzerime bulaşıp duran ve başa çıkamadığım şeylerden arınıp kurtulmak için tek sığındığım hayal bu oluyor. Hayır yalan söyledim. Bazen değil. Çoğu zaman...

Resim: Diego Rivera

10 Ekim 2011

seçim ya da cehennem...

Diyelim küçük ama mutlu bir hayat sürüyorsunuz. Sevdiğiniz bir eşiniz ve biri kız biri erkek ikiz çocuğunuz var. Sıcak bir yaz günü eşiniz ve siz dışarda iken deprem oluyor. Gözlerinizin önünde evinizin bulunduğu bina yerle bir oluyor. Çılgın gibi koşuyorsunuz içerde uyuyan çocuklarınızı kurtarmak için. O an eşiniz sizi itiyor ve içeriye kendisi dalıyor. Tüm o yıkıntılar içinde bir başınıza kalakalıyorsunuz. Yaşıyorsunuz adına yaşamak denirse. Evinizin yıkıntıları arasında çocuklarınızı arıyorsunuz. Taşları atmaya başlıyorsunuz. Çocuklarınızdan biri "anne" diye çığlıklar atıyor, diğerinin ise konuşmaya mecali yok, bulduğu taş parçası ile bir kayaya vuruyor hayatta olduğunu göstermek için. Kocaman bir beton blogun bir ucunda kızınızın diğer ucunda oğlunuzun olduğu söyleniyor size. "Eğer o beton blogu kaldırırlarsa çocuklarınızdan biri ölecek." diyorlar sonra. "Seç birini." İnsan ne yapar bu durumda? Hani "hayat seçimlerden ibarettir" derler ya, bunun adına seçim değil cehennem denir olsa olsa. Şimdi kendinizi o kadının yerine koyun. Neye göre seçerdiniz hangi çocuğu kurtaracağınızı? Ben dünden beri düşünüyorum hala bir cevap bulamadım. Benim bir çocuğum yok. O nedenle insan çocuklarından birini diğerinden daha çok sever mi bilemiyorum. Ama aklımda almıyor birini diğerinden daha çok sevmeyi. 

Geçen gün haberlerde sokak röportajı yapıyorlardı insanlarla. Soru "çocuklarınızın hangisini daha çok seviyorsunuz?" Kendi kendime sorunun ne saçma olduğunu düşündüm. Bu soruya tüm insanlar "hepsini" diye yanıt verirler sanıyordum. Yani böyle hissetmeseler bile en azından doğru olan bu olduğu için öyle demek zorunda hissederler. Ama cevaplar beni çok şaşırttı. Hemen hemen kimse benim beklediğim cevabı vermedi. Kimi küçük kızını daha çok seviyordu kimi de ilk göz ağrısını. Kimi oğlum diyordu kimi kızım. Şaşkınlıkla izledim. Neye göre belirleniyor bu sevgi diye düşünürken adamın biri "en küçük çocuğum daha çok seviyorum çünkü o bana daha çok benziyor" dedi. Biri şöyle demişti; "İnsan çocuk yapar çünkü o çocuk kendisine verilmiş bir ikinci şanstır. O çocukta kendi hataları olmasın ister, o çocuk kendisinin hayal ettiği yaşama sahip olsun ister. Ve o çocukta mahrum bırakıldığı hayatı görmek, yaşamak ister."demişti. "Acaba" diye düşündüm "insanlar bu yüzden mi kendilerine benzeyen çocuklarını daha çok seviyorlar?"

Bir çocuğum olursa, hayır bir değil iki çocuğum olursa ben de içlerinden birini daha çok sever miyim? Ben de filmdeki o kadın gibi çocuklarım domates istediğinde bir tek domatesi erkek çocuğuma mı veririm yoksa o domatesi ikiye kesip ikisine paylaştırır mıyım? Elbette paylaştırırım. Tıpkı annemin bize yaptığı gibi ne olursa olsun paylaştırırım. Aksi aklıma bile gelmez. Aksi nasıl akla gelebilir ki? Mesela çocuklardan biri kendi çocuğunuz olsa diğeri de yabancı bir çocuk olsa, ikisi de elma istese ve tek bir elma olsa, o elmayı sadece kendi çocuğunuza mı verirsiniz? Bu korkunç birşey olmaz mı? Biri sizin evladınızsa diğeri de el kadar bir çocuk. Çocuklara nasıl kıyılır ki?

02 Ekim 2011

iç dökümü...

Komşum bahçesindeki dut ağacını, benim odamın penceresinin önünde olanı, kesmiş. Odam bir ışık denizinde yüzdüğü için sevinmeli mi yoksa o kocaman ağaç bir çırpıda yok olduğu için üzülmeli mi? Hüznü ve sevinci dengelemediğim zamanlardan biri bu...

Çok üzüldüğünde, çok kederli bir haftadan çıkıp bir pazar günü bütün bu üzüntülerin muhasebesini yapmak için gayret sarfettiği ama ne muhasebeye ne de "olsun herşey yine de iyi olacak" şeklinde kandırmacalara bile hali olmadığında ne yapmalı insan? Bir ışık denizinin içinde böylece oturup hiç tanımadığı insanlara, benim yaptığım gibi, içini mi dökmeli yoksa çok ağlayıp yıkanıp arınmalı mı? Sanırım şu an ben ilkini seçiyorum. Çünkü ağlamak konusunda içimi dökme konusunda olduğum kadar iyi değilim. Hoş içimi dökme konusunda ne kadar iyi olduğum da tartışılır ya, mazur görün...

Bir kitapta herkesin hayat boyu gömleğinin koynunda taşıyıp durduğu ve bıkmadan usanmadan cevabını aradığı bir soru vardır diyordu. Son zamanlarda insanın adaletsizliği ve bencilliği üzerine düşünüp dururken benim gömleğimin koynunda duran sorunun yeniden kıpırdayıp durduğunu, kendini hatırlattığını farkettim. Onu orada uzun zamandır unutan ben, hayatın akışına bunca zaman kapılıp gitmiş miydim yoksa o soru ben farkında olmadan kendi cevabını arayıp duruyor muydu? Muhtemelen seçeneklerden ikincisi geçerli.

Soru şuydu, neden bazıları kötülüğü bir hayat biçimi olarak benimsemişken geriye kalanlarımız kötülüğü anlayamıyorduk. Ve asıl soru kötülük tam olarak neydi? Şuna inanıyordum aslında; kimse ne tam olarak iyi ne de tam olarak kötüdür. Her birimizin içinde bencil küçük bir domuz vardı var olmasına ya bazılarımız o domuzu dizginleyip, kontrol edebiliyorduk. Peki korkunç şeyler yapanların domuzları onları kör edecek kadar büyük müydü? Ya da onlar kim olduklarını unutup o domuza mı dönüşmüşlerdi?

Bana kalırsa kötülüğün asıl sebebi empati yoksunluğu. Kim ki kendini başkalarının yerine koyamıyor, başkasına verdiği acıyın ucundan kıyısında az buçuk tahmin edemiyor, o zaman kötülükler ortaya çıkıyor. Aslında kötü olanı anlamak için de empati yapılabilir belki. Mesela o adamın elindeki güç sizin elinizde olsaydı, hayal bile edemeyeceğiniz bir konumunda bulunuyor olsaydınız ve pek çok insanın sizin tek bir sözünüzle hayatı değişebilseydi? O zaman  Tanrı rolüne soyunup soyunmayacağınızı bilebilir miydiniz? Şimdi orta halli bir hayat yaşarken, küçük bir kentte, bir kaç sevimli dostla, idare eder bir parayla, küçük tatlı bir evde kendi çapında mutlu bir hayat süren bir adam ya da kadınken birden sahip olduğunuz bu gücün sizi neye dönüştürebileceğini şimdi tam olarak kestirebilir misiniz? Bulunduğumuz durumda "aaaa ben asla yapmam" demek bu kadar kesin ve kolayken o güce sahip olduğunuzda içindeki sizin bile unuttuğunuz yaraların, acıların, birikmiş intikamların ortaya çıkmayacağı ne malum. İnanın bana bunu hiçbirimiz kestiremeyiz.

Örnek, daha önce küçük bir işin sahibiyken tatlı mı tatlı, insancıl bir adamın daha sonra işler büyüdüğünde kibrin esiri olup, artık dahil olmadığı bir insan topluluğunu küçük görüp, dahası o topluluğun üyeleri ile empati kurmayı bile bir alçalma, eskiye dönme korkusu olarak algılayıp sanki doğduğundan beridir aynı yerdeymiş gibi davrandığını hiç duymadınız ya da görmediniz mi?

Bütün bunlardan dolayı insan asla kendini bilemez. İnsanın kendini bilmesi için her durumda, her yaşta, her konumda en az bir kaç yıl harcaması gerekir. Çünkü insan ne durumda ne yapacağı kestirilemez bir varlıktır. Ve her birimizin içinde uyuyan bir kötülük mutlaka vardır. Belki de önemli olan yegane şey; içimizde uyuyan kötülüğün dizginlerini her nerede, nasıl olursak olalım bırakmamaktır.

Fotoğraf: Pinterest

28 Eylül 2011

kalbimizi sıkıştıran o el...

Sakin bir gün geçiriyorsanız ve o gün olması gerektiğinden fazla sorunsuz ise altında bir bit yeniği arayabilirsiniz. Çünkü fareler işlerini sessizce görürler ve birinin oturduğu sandalyenin bacağını kemirip, O zavallı masum orada huzur ve güven içinde otururken düşmesine neden olurlar. Siz de, arkadaşınız gümmmm diye düştüğünde, sanki beyninizin tüm kabloları çekilmiş de geriye tek bir cümle bırakılmış, o cümleden başka hiçbir şeyiniz yokmuş, eğer onu sürekli tekrarlayıp durmazsanız o da elinizden alınacakmış gibi sürekli "nasıl olur, nasıl olur, nasıl olur, nasıl olur..." diye yineleyip durursunuz.

Ama bu işin nasıl olur'u yoktur. Eğer işin içinde içi nefret ve hınçla dolu birileri varsa, o nefretle, hınçla dolu olanın yapacaklarının sınırı yoksa ve ne korkunçtur ki böyle birine karar verme yetkisi tanınmışsa, o hınç ve nefret sahibi kişi kendisine kurbanlar bulacak ve insanların hayatları ile oynamaktan müthiş bir haz duyacaktır. İşte benim arkadaşım da böyle birinin kurbanı oldu.

İnsan böyle durumlarda adaletin nerede olduğunu merak ediyor ve Tanrı'nın adaleti kavramı ile çekişip duruyor. Bazılarının kalbinin içi bütün bu pisliklerle dolmuşsa, o pislikler gün be gün birilerinin üzerine bulaşıyor, birilerinin hayatını mahvediyorsa, kimse buna dur diyemiyorsa, Allah'ın cezası bir sistem içinden çıkılmaz hale gelmişse biz neye tutunacağız biri bana söylesin? Neye güveneceğiz ve nasıl yaşayacağız? Her gördüğümüz kötülüğü Allah'a havale etmeye alışmış bir toplum olduğumuz için değil mi bu sistemin hepimizi çiğ çiğ yemesi? Siz elleriniz, kollarınız bağlı hissetmiyor musunuz kendinizi? Neresinden tutsanız elinizde kalan bir paçavradan ibaret değil mi artık hayat?

Öfkelenme diyorlar bana. Öfkelenirim. Öfkeleneceğim de... Bu namusuzluk, bu zalimlik ve bu kapkara kalpler olduğu sürece öfkeden basacağım küfürü hiç utanıp sıkılmadan. Siz de basın, ağzınıza geleni sayın, kimse duramıyor bu pislik düzen karşısında en azından tükürün üzerine. O kadar çok tükürün ki önünü göremesin, yalpalasın ve dilerim uzayın en derin karanlığında yok olup gitsin. Lanet okuyun mesela. Hani belki birinizin ki tutar da sistemin dişlerinden bir kaçı kırılır. Olur ya... Madem hiçbir şey yapamıyoruz, madem kollarımız bağlı ayaklarımız prangalı dilimizi de bağlamadılar ya. Basın küfrü hadi hiç çekinmeden. Aklınıza gelen en lanetli sözleri söyleyin. Birşey değişmese bile en azından göğsümüzü daraltan, kalbimizi sıkıp duran o el şaşırır bir anlığına azıcık nefes alırız belki...

Resim: Briton Riviere

25 Eylül 2011

bize iyi gelen şeyler...

Bilmiyorum izlediniz mi Öldür Beni isimli filmi ama birini kaybedip de ölümle hala yüzleşememişseniz izleyin derim. Zira iyi geliyor.

Film ölmüş olduğunun farkında olmayan bir adamın asla çıkamadığı bir köyde geçiyor. Köyün muhtarı çıldırmak üzere olan adama, bu köyün ölen insanların dünyada yapamadıklarını yapmak için kurulmuş olan ikinci bir şans mekanı olduğunu söylüyor.

İnsan, çok sevdiği birini kaybettiğinde çok acaip şeyler düşünüyor. Onun sadece bir beden olduğu fikrini kabul edemiyorsun mesela. Toprağın altında üşüyeceğini, korkacağını, çok yağmur yağarsa sırılsıklam olacağını düşününüyorsun. Yaşın kaç olursa olsun, ne çok şey yaşamış olursan ol asla ölümle yüzleşemiyorsun. Ama en fenası onun sonsuza kadar yok olup olmadığını bilmemek. İnanıyor olsan bile yine de bir kuşku oluyor içinde, "ya tamamen yok olmuşsa, ya bir başka yaşam yoksa..."

Eğer bilseydik insanlar ölünce, ölümün asla olmadığı sessiz, sakin, kocaman ağaçlı, şiddetin, zulmün asla olmadığı bir yere gidecekler bu kadar mahvolur muyduk? Mesela ben bilseydim, hatta emin olsaydım babamın şu an o köyde, bu hayatta yapmak isteyip de yapamadıklarını gerçekleştirebileceği yüzlerce yılı olduğunu, bu kadar acı çeker miydim?

Onu yine böyle özlerdim elbette ama en azından bilirdim ki orada mutlu. Hep isteyip de yapamadığı şeyleri bir bir yapıyor. Kocaman bir ağaç altında kitabını okurken saçları hafif rüzgarda uçuşuyor mesela. Ya da bir kitap yazıyor. Toprakta çıplak ayak yürüyor ve bizi düşünüyor... Eğer bunları bilseydim...

İnsan acıdan kurtulmak için kendini kandırmayı, saçmalamayı ve daha pek çok şeyi göze alıyor. Gönüllü inanıyor bir nebze merhem olsun yarasına diye. İşte bu yüzden ben tüm gidenleri o köyde mutlu ve rahat bir şekilde hayal etmeye çalışıyorum. Çimenler üzerinde yatmış gökyüzünü izleyen babamı görüyorum gözlerimi kapadığımda. Acısız bir hayatın içinde mutlu gülümseyen babamı. Babaannemi, dedelerimi, teyzemi... Hepsini yeniden bir arada hayal ederken, onların kahkahalarını bile duyuyorum. Ve bize iyi gelen şeyleri yapan insanlara gönülden bir teşekkür yolluyorum. Hayatla başa çıkmamıza yarayan şeyleri yapan tüm insanlara...

23 Eylül 2011

cuma mektupları

Sabah pencereyi açınca beni ıslak toprak karşıladı. Ruhumun gözeneklerine nasıl yağmışsan sen, o da toprağa öyle yağmış olmalı. Ah seni düşünmek ne güzel şey... Çok sıcak ve bunaltıcı bir günde birden üzerine yağmurun yağması gibi birşey...

Biliyor musun nasıl dünyanın güneşi varsa bizim de hayatlarımızın güneşi var. Ve benim hayatımın güneşi sensin. Mesela senin birden o nefis gülümsemeyle gelişin bulutların ardından güneşin yüzünü göstermesi gibi. Sesinin uzaktan da olsa duyuluşu tül perdeden sızan ılık bahar ışıkları gibi.

Ben ancak yazarak anlatabilenlerdenim. O yüzden sen bunları hiç dilimden duymadın. Yazmak ile konuşmak arasında bir fark var gibi geliyor bana. Sesimiz karışınca işin içine, sanki istediğimiz kadar samimi olamıyoruz. Ama yazılınca öyle mi ya... Onu herkes kendi iç sesiyle okuyor. İnsan kendi iç sesinin samimiyetinden şüphe duyabilir mi?

Bunları okuyup okumadığını bilmiyorum. Sormuyorum da. Belki de okuyor olduğunu hayal etmekten hoşlanıyorumdur. Çok mu romantiğim dersin? Sanırım öyleyim. İnan beni ayakta tutan tek şey bu romantizm. Başka türlü dayanamıyorum dünyaya. Üzerine biraz hayal, biraz romantizm sürmeden yiyemiyorum bu ekmeği. Eh hepimizin bir yaşayış biçimi var. Ve ben asla senin kadar gerçekçi değilim.

Şimdi gidip pencereyi açacağım. Biraz toprak kokusunu çekeceğim içime. Ve topraktan ziyade seni...

Fotoğraf: Pinterest

17 Eylül 2011

Güzin abla Mim cevaplıyor, "Ölmeden önce mutlaka yapmak istediğin şeyler"

Eveeeet Sevgili İzleyiciler,
İstanbul'dan bize yazan Pisikopati "Hanım hanım ölmeden önce ne yapmak isterdin? "Vıdı vıdı konuşuyor, yok efendim şöyle yok efendim böyle" diye ahkam kesip duruyorsun. Hele bi de baken ölmeden önce mutlaka yapmak istediğin neler var?" diye sormuş.

Sevgili Kızım, Kınalı Kuzum, pisi pisi kopatim,
Aslında kişisel soruları cevaplamıyorum ama senin güzel gözlerin, tatlı sözlerin hatrına bu sorunu cevaplayacağım. Ama çok zor yerden soruyorsun be güzel evladım. Ben ki ölümle hala başa çıkamamış naçiz bir insan evladıyım, ölmeden önce mutlaka şunları yapmak isterim sorusunu inan bana hiç düşünmedim.


Şu yandaki masada oturup kitabımı yazmak isterim. Ama bu öyle bir kitap olmalı ki sıradan kelimesi asla bu kitabın sıfatı olmamalı. Ve ben ölürken bilmeliyim ki ben dünyaya yalnızca ve yalnızca onu yazmak için gelmişim. Ve masa... Bu kitabı mutlaka böyle bir masada yazmalıyım. Tüm dünya ardımda kalmış gibi, bir saksı çiçek, beyaz bir duvar, bir kaç kalem, bir defterden ibaretmiş gibi basitleştirmiş, yalınlaştırmış olmalıyım hayatı. İnsan ancak tüm dünyayı içinde eritip bitirdiğinde, yaşamın tıka basa herşeyle dolu değil de bir kaç küçük, basit şeyle de mutlu bir şekilde dolabileceğine inandığında bu dünyayı gerçek anlamda anlamış olmaz mı?


Sanıyorum okumayı çok ama çok seven herkesin "mutlaka okunacak" başlıklı bir listesi vardır. Benim de var. İşte bu sebeple mutlaka o kitapları okumak isterim. Gözüm okunmamış o kitaplarda kalsın istemem. Hatta bazılarını iki kez okumak isterim. Ama biliyorum ki sürekli yenileri yazılacak benim listem sürekli kabaracak ve ben asla hepsini okuyup bitiremeyeceğim. Ömrüm 100 yıl olsa bile bu imkansız olacak. Galiba en iyi "mutlaka ama mutlaka okumak istediklerim" başlıklı daha kısa bir liste yapmak.

Mesela tüm Dostoyevskileri, Tolstoyları (evet ne yazık ki hepsini okuyamadım henüz) sonra yeni çıkmış o parlak genç yazarların şaşırarak keşfettiğim kitaplarını...



Emekli olmayı başarabilirsem eğer, kalan hayatımı böyle ormanın ortasına kurulmuş bir evde geçirmek istiyorum. Dilediğim kadar yabani olabileceğim, gecenin ortasında birbiriyle kavga eden salakların değil de uluyan kurtların sesini duyabileceğim bir evde. Belki de burada yaşayarak doğanın kendi arasında konuştuğu dili bile anlayabilirim. Madem insanları anlayamıyorum en azından doğayı anlarım belki.  Olamaz mı?

Ölmeden önce mutlaka artık hiçbir şeyden, ölümden
bile korkmadığımı hissetmek istiyorum. Herkes gibi ben de pek çok şeyden korkuyorum. Ve bütün bu korkuların hayatı anlayamamaktan kaynaklandığını biliyorum. Hayatı anlayan biri sevdiklerinin ölümünden korkar mı yoksa ölümü hayatın doğal akışı içerisinde mi kabul eder? İşte ben o doğal akış içerisinde kabul etmek istiyorum. Onların ölmediğini, belki de bizimkine çok benzeyen bir dünyada yaşadıklarını bilmek hatta bundan emin olmak istiyorum. Hiç korkmadan yaşamak mümkün mü? Bunu başarmak için sahiden deli olmak mı gerekiyor yoksa?



Ve ölmeden önce mutlaka çok sevdiğim o adamla böyle bir nehirde, böyle bir havada, tek kelime konuşmadan kürek çekmek istiyorum. Dünya sadece aşktan oluşmuş gibi öylece orada durmak istiyorum. Hani der ya bazıları, ömrün şu bir kaç dakikası için tüm hayat feda edilir... İşte böyle birşeyden söz ediyorum. Farkındayım ileri boyutta bir romantizim hastalığından muzdaribim ama ben bu hastalığımla barışığım.

Eminim daha çok şey vardır ölmeden önce yapmak istediğim. Ama aklıma ancak bunlar geldi Sevgili Pisikopati'm :)

Fotoğraflar: Pinterest

Ne demeli...

İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından ...