27 Nisan 2012

günlerden bugün...

Bugün bir kez daha anladım ki yapmacıklığa hiç tahammülüm yok benim. Bir hanımefendi gibi giyinip, dünyanın en zarif insanıymış gibi davranıp da gözlerinin içinde şeytani kıvılcımlara taşıyanlara hele hiç...

Olay şöyle gelişiyor, bu insanlarla ne kadar bir araya gelmemeye çalışırsanız, onlardan ne kadar kaçarsanız sizi adım adım takip ediyor ve bir şekilde yollarını sizinle kesiştirmeyi beceriyorlar. O sahte gülümsemeyi dudaklarına oturtup, görümez kanatlarını neşeyle çırparak size sanki siz ona bayılıyormuşsunuz gibi sokulup sizi delirtmeyi bir şekilde başarıyorlar. Amaçları bulundukları ortamda herkesin onlara hayran olması, herkesin onlara bayılması, herkesin onları pamuklara sarması, bir prensese nasıl davranılırsa öyle davranması. Ve siz kaçan bir insan olarak henüz fethedilmemiş bir kale olduğunuz için sürekli her hareketinizi gözleyip nelerden hoşlandığınızı keşfetmeye çalışıyorlar. O boş kafalarıyla sizin onların tüm bu yapmacıklığına inanacağınızı umut ederek pervane oluyorlar peşinizde. Bilmiyorlar ki siz sahte olanı gözünün içinden tanıyorsunuz. Evet arkadaşlar ne yazık ki böyle manyak bir kadın tipi mevcut. Eğer bir etiket koymak isterseniz, "herkesbenisevsinyoksaölürüm" diyebilirsiniz bu tipe.

Her neyse. Daha güzel mevzularımız var. 1Q84 mesela. Uzun zamandır hiçbir kitap beni bu kadar heyecanlandırmadı. Murakami'yi hep sevmişimdir ama hissediyorum bu kitapta başka birşeyler var. Ne olduğunu bilmediğim ancak okumaya başlayınca anlayacağım birşey. Hele gelsin kitap da bakalım o şey neymiş göreceğiz. Şurada kitapla ilgili bir kaç video var izlemek isterseniz. Özellikle son videonun giriş bölümünü çok sevdim. Motivasyon için arada bir izlenebilir. Benim gibi tembelseniz, disiplinden yoksun olarak doğmuşsanız, belki işinize yarar.

Şu fotoğrafa baka baka geçip bitti bugün. Böyle bir yerin sahibi olsam ne kadar mutlu olacağımı düşüne düşüne. M.'ye anlattım. Uzun uzun baktı fotoğrafa. Korktum "olmaz yapamazsın" diyecek diye ama demedi. İnsanların hayallerine saygı gösterilmeli dedim. M. de aynı fikirde olduğunu söyledi. H. ise artık adam gibi yazman gerek dedi. Dalga geçtim ben istesem de adam gibi yazamam çünkü ben bir erkek değilim dedim. İğrenç bir espri olduğunu söyledi. Böyle saçma sapan espriler yapıyor olmamın tek bir anlamı varmış, o da kaçmakmış. Çünkü ben tembelmişim. Hatta korkak bile olabilirmişim. Yazma fobisi varmış bende. Mükemmeliyetçi olduğum için eğer kötü yazarsam kendime güvenimi yitirirmişim. Ne diyeyim büyük ölçüde haklıydı. Ona söz verdim gecenin bir vakti telefonda yaptığımız konuşmada. Kötü de olsa yazacağım dedim. Ama bloga değil dedi. Hayır deftere dedim. Merakla beklediğini söyledi. Ben de merak ediyorum aslına bakarsan dedim. Söz verdim bir kere...

Normallik ve gariplik üzerine bir konuşma yaptık M. ile. O benim garip olduğumu iddia ediyor ki bununla gurur duyarım. M. kendisinin normal olduğu inancında. Ona eğer belli standartlara göre üretilmiş olsaydın senden pek hoşlanmazdım dedim. Bu yalan değil. Kendilerine normal diyen ve tüm kuralları Allah'ın kelamı gibi hiç düşünmeden benimseyen insan tipinden tiksiniyorum. Kızarmış bir karnıbahar taşıyorlarmış gibi geliyor bana kafalarının içinde. Zira kızarmış karnıbaharlar da pek birşeyi sorgulamazlar değil mi? Belki M. de onlardan biridir. Bu standartlarda olan insanlara yakın olduğuna bakılırsa büyük ihtimal onlardan biri. Yazık. Oysa kafası çalışan biri gibi gelmişti bana. Yanılıyor muyum acaba? 

Kendime yeni planlar yapmaya karar verdim. Yıllarca disiplinsiz olmuş biri hayatının hayli geç bir döneminde disiplin sahibi olunabilir mi? Sanmıyorum ama en azından denemek istiyorum. Önümdeki iki gün içinde bununla ilgilenmeye karar verdim. Oturup aklıma ne gelirse yazmakla başlayabilirim mesela diye düşündüm. Buraya da gün içinde yaşadıklarımı not ederim dedim. Belki hergün yazarsam biraz disipline girerim... Allah'tan umut kesilmez değil mi güzel kardeşim?


Fotoğraflar: 1- meet cazz
                  2-The Colombus Dispatch
                  3- Priscilla
                  4- Cornell University Library

17 Nisan 2012

günler...

Her sabah içinde başka bir hisle uyanıyorsun. "Bugün güzel geçecek", "bugün sıkıntılı olacak", "aman ne olursa olsun umurumda değil" gibi... Ve çok acaiptir ki, bunlar asla doğru çıkmıyor. Çok sıkıntılı geçeceğini tahmin ettiğin bir gün bol kahkahalı, rahat geçeceğini sandığın bir gün ise sinir harbiyle geçiyor. Bütün bu sebeplerden dolayı "hergün aynı amaaaan" cümlesini pek kullanamıyorsun. Bu iyi birşey...

Günlerin iskeleti aynı halbuki. Sabah kalk, işe gel, akşam çık, eve git. İskelet bu. Ama o iskeleti kaplayan deri her gün yeniden biçimleniyor. Her gün başka bir yüz başka bir ruh takınıyor. Yeni insanlar giriyor hayatına, o iskeletin gözleri oluyor. Sonra bambaşka hikayeler anlatan biri geliyor, al sana yeni kulaklar. Daha önce aklına gelmeyen bir iş yapıyorsun. Düğme dikiyorsun mesela. Ellerine hayretler içinde bakıyorsun. Beceriksiz parmaklarına. O kalemi kullanabiliyor yadırgamadan ama iğne konusunda hayli beceriksiz. Bu seni eğlendiriyor. Buna vesile olana teşekkür ediyorsun içten içe. Çünkü düğme dikmek seni bir ölçüde kendi gözünde normalleştiriyor. Sonra biri sana bir şarkıdan söz ediyor. Öldür Allah dinlemeyi aklına getirmeyeceğin oynak bir şarkı oluyor bu. Hiç tarzın olmayan bir şarkının içinde güvercinler havalandırmasına şaşıp kalıyorsun. Bunca zaman neyi öldürmüşsün içinde merak ediyorsun. 

3 saat konuşuyorsun onunla telefonda. Kulakların uğuldayıncaya kadar konuşuyorsun. Anlatıyor dinliyorsun. Aslında dinlemiyorsun. O konuşurken onu ne çok sevdiğini, birlikte büyüdüğünüzü, neredeyse yirmi yıldır birbirinizi tanıdığınızı düşünüyorsun. Saatler boyu sohbet ettiğinizi, sarhoş oluşunuzu, ilk kez aşık olup daha da sarhoş oluşunuzu falan filan... O sana diyor ki o günlere geri dönmek istiyorum. Oysa sen dönmek istemiyorsun. Hiç geçmişi geri isteyen biri olmadın çünkü. Sen hep geleceğe baktın. Çünkü artık hayatta acının garantisi olduğunu ama mutluluğun ise hiç ama hiç gelmeyebileceğini biliyorsun. Senin derdin geleceğin mutluluk getirip getirmemesi değil zaten. Sen sadece neler olup biteceğini merak ediyorsun. Geçmişe dönmek istemiyorsun çünkü onu zaten biliyorsun. Oysa o geçmişi özlüyor. Senin özlememen ise onu incitiyor. Ona uzun uzun açıklayabilirsin ama yapmıyorsun. Yalan söylemek daha kolayına geliyor. Özledim diyorsun. Aslında pek de yalan değil. Sen geçmişi değil o güzel dostluğu özlüyorsun. Onun da duymak istediği bu zaten. Evet 3 saat konuşuyorsun. Beynin kızarmış bir karnıbahara dönüyor. Telefonu kapayıp uyumayı deniyorsun. Ama uyku kaçıp saklanıyor. Peşine düşmüyorsun. Ne hissettiğini bilmiyorsun. Öylece yatıyorsun. Uyku gelip seni bulsun diye bekliyorsun ve bu arada hiçbir şey düşünmek istemiyorsun. 

Günler birbirinin aynı diyor biri sabah. Gülüyorsun. Yeni gözler ve kulaklar lazım sana demek istiyorsun hatta yeni bir deri belki. Ama demiyorsun. Zor geliyor bütün bunları söylemek. Uzun uzun açıklamak. Onun için yazıyorsun...

12 Nisan 2012

ben hala...

Sana her gün yüzlerce sözcük söylüyorum. Ve o sözcüklerin arasına seni nasıl sevdiğimi sıkıştırıyorum. Duymuyorsun. Ya körsün ya da kayıtsız. Kimbilir belki ne yapacağını bilemiyorsun, çözemiyorum.Yürüdüğün zaman yollarına döküyorum o sözcükleri. Basıp geçiyorsun. Ayağının altında çıtır çıtır kırılıyor kalbim, yine duymuyorsun. Zalim değilsin biliyorum. Ama ne zaman bu kadar sağır oldun işte onu bilemiyorum.

Dünya büyülü bir yer diyorum. Gülüyorsun. Ve bunu kırk kez inançla ve inatla söylüyorum, inanmıyorsun. Bulutlara bak diyorum, yeşeren eriklere, hergün burada oluşumuza bak diyorum. Mucizelerden öcü gibi korkuyorsun. Ne zaman masallardan vazgeçtiğini düşünüyorum, bulamıyorum.

Sana hergün başka şarkılar söylüyorum. Her birinin ilk cümlelerinden yola çıksan bizim hikayemiz olur yazılanlar diyorum. Hesaba kitaba gelmiyorsun. Kulaklarını tıkıyor, gözlerini kapıyorsun. Şarkılara bulanırsan gerçekten koparım sanıyorsun. Ah nasıl da yanılıyorsun. İnanamıyorum.

Ben sana kucak dolusu sözcük, büyü, şiir, şarkı ve mucize getiriyorum, elinin tersi ile itiyorsun. Yok sanıyorsun böyle birşey, olmaz sanıyorsun. Ama yine de inanmakta güçlük çeken kalbinin bir köşesinde zayıfça mırıldanan bir kedi taşıyorsun. İşte bu yüzden ne zaman mırıldansan bana umut veriyorsun. Bazen bakışlarına sızıyor kalbinin o ücra köşesi, beni yeniden inandırıyorsun.

Bana son günlerde neler yaptığımı soruyorsun. Sözcüklerden kalın örgüler örüyorum diyorum. Bizi ısıtacak kocaman bir battaniyeden söz ettiğimi asla bilmiyorsun. Dudaklarının kıyısında hafif bir gülümseme beliriyor, gözlerimin içine çöken karanlığı seçemiyorsun. İşte bu yüzden sevgilim bu battaniye altında susuyorum son zamanlarda... Ve yine bu yüzden sevgilim böylesine kör ve sağır bir dünyaya ait olmadığın zamanın gelmesini bekliyorum... Ait olduğun dünyaya ve ait olduğun zamana döneceğini umut ediyorum. 

İnan bana ben mucizelere hala inanıyorum...

Fotoğraf: a beautiful world

10 Nisan 2012

bir çift ayakkabı hatrına...

Ölmüş bir insanın ardından konuşmak, o insanın kaskatı kesilmiş bedenini lime lime edip, kanlı dişlerle çiğnemek değilse nedir? Ben artık hiçbir şeye şaşırmam diyordum ama öyle değilmiş. Biri ölünce onun ardından kötü sözler söyleyebilenler de varmış. Bu nasıl bir nefrettir, akıl işi değil?

"O kadın" ne yaptı size merak ediyorum. Yakılmak istediğini söylediği için mi bu kadar nefret? Siz ne zamandır bizim bedenlerimizden sorumlu oldunuz? O bedenin gömüleceğine mi yoksa yakılacağına mı ne zamandır karar verir oldunuz? Bizim yanlış kararlarımızdan hesaba çekileceğinizden mi korkuyorsunuz? Korkmayın herkes kendinden mesul. Siz doğru bildiğiniz yoldan yürüyün. Ama yalnızca yürüyün ve kendi adımlarınıza bakın. Etraftakilerin etlerini lime lime etmeden yalnızca yürüyün...

Biliyor musunuz, "O kadın" şimdi gülüyor şu halimize. Sizin onun ardından söylediklerinize ve bizim bunu hala anlayamıyor oluşumuza gülüyor. Gözleri bir çizgi gibi oluyor gülünce. Yüzünde güneş doğuyor o güldükçe. Sizin çatılmış kaşlarınıza, öfkeyle kıvrılmış dudaklarınıza bizim anlam veremediğimize bakmayın o anlıyor. Çünkü o bu ülkenin etini, kanını, damarlarını her yanını bilenlerden. Belki de bu yüzdendir bu erken vedası. Öyle ya kim kaldırabilir bu nefret, öfke ve kin kusup duran, kustukları ile de güzel herşeyin üzerini örten havayı.

Yapmayın beyler, bu kadar zalim olmayın. Ölülerimizi rahat bırakın bari. Çiğnemeyin etlerini. Yazıktır, ayıptır. Şu mahsun kalmış bir çift ayakkabının hatrına, bir daha içine girip dolaşamayacak ayaklar hatrına, dünyayla işini bitirmiş ve çekip gitmiş tüm güzel insanlar hatrına, yapmayın beyler...

Fotoğraf: ntvmsnbc

07 Nisan 2012

manyak anneler ve barbie face kızları...

Kızın adı Eden Wood. Henüz 7 yaşında bir Barbie kopyası ve aynı zamanda annesinin oyuncağı. Çılgın Amerika'nın manyak kadınlarından biri olan annesi onu canlı Barbie olarak yetiştirmiş. 4 yaşında yarışmalara sokup güzellik kraliçesi olmasını sağlamış. Çocuk kısa zamanda çabuk yol alıp o şov senin bu şov benim koşturup durmuş. Muhetemelen neyin ne olduğunu pek anladığı yok. Zaten izlediğim videolarda annesinin elinden tutmuş bir yerlere koşturuyor. Elbette allı pullu kıyafetler içinde bol bol makyajla. Bir videoda kendisi gibi küçük hayranları için fotoğraflarını imzalıyor. Tombul parmakları titrek bir yazıyla Eden yazıyor. Çok ama çok acaip akıp gidiyor ona dair herşey.

Çocuk durdurulamaz bir hızda ilerliyor. Bir single çıkarıyor, bir fotoğraf kitabı yayınlıyor. Acaip bir çocuk. Ama annesi daha da acaip. Hayııııır kadıncağızın bu işten para kazandığını sanmayın, aksine zavallının cebinden para çıkıyormuş da o paranın bir kısmı kendine dönüyormuş. Röportajında şöyle buyurmuş; "Eden'ın bu görüntüsü için kimi zaman cebimden 100 bin dolara yakın para çıkıyor. Ne yazık ki bunun sadece 40 bin ya da 50 bini bize geri dönüyor. Bu çok pahalı bir destek. Ama biz bu işi seviyoruz." Ah kıyamam ya. Fedakar anne diye buna denir işte.

Bir insan neden çocuğuna bunu yapar? Neden bu allı pullu dünya içine sokuyorsun çocuğunu kadın? Hasta mısın kendi ünlü olma arzunu mu tatmin ediyorsun? Bit kadar çocuğun ne işi olur bütün bu boyalarla, topuklu ayakkabılarla, şovlarla bilmem nelerle? Videolardan anladığım kadarıyla bunu pek garipseyen yok. Sadece bir kadın Eden Wood'u şaşkın ve onaylamaz gözlerle izliyordu ki onu görünce sevindim.

Bacak kadar bir çocukta koca kadın ifadesi, artık bilmiş bilmiş konuşmaya başlamış nelerin içine girip çıktıysa zavallı. Onun videolarını dehşet içinde izlerken başka manyak anneler de gördüm. Hepsi çocuklarının yüzlerini tuval gibi boyamış, tombul küçük bacaklarını ortaya çıkaran mini etekler giydirmiş ve onları muhtemelen adlarını bile telaffuz edemedikleri yarışmalara sokuyorlardı. Kendi kendime düşündüm, bir çocuğa eziyet eden aileden çocuk alınıyor ya bu kadınların yaptıklarını neden normal karşılanıyor acaba bu çılgın ülkede? Yoksa oraya kendi çocuklarınızı maymuna çevirme hakkınız olduğu için mi özgürlükler ülkesi diyorlar?

Haber ve fotoğraf: Hürriyet

03 Nisan 2012

kaplanın gölgesinde

Momo, geceleri bir kaplanın gelip yüzünü yaladığını ve onu uyuttuğunu hayal ediyordu. Momo annesiz bir çocuktu ve kaplan onun için iyi ve koruyucu bir annenin sembolüydü. Ben de bugün bir kaplan hayal ettim. Ama Momo'nun kaplanı gibi bir kaplan değil. Çünkü benim bir annem var. Yüzümü yalamasa bile beni sımsıkı sarıp sarmalıyor ve üzerimdeki kederi, bunu nasıl yapıyor bilmiyorum ama çekip alıyor.

Benim kaplanım adaletin sembolüydü. Ne zaman biri haksızlık yapsa onu gelip yiyecek bir kaplandan söz ediyorum. Öyle bir kaplan ki bu, aynı anda birkaç yerde birden olabiliyor. Onun gölgesini gören masum ve ezilmişler oh çekerken zalimler birazdan onun midesinde olacak olmanın bilinciyle korkudan titriyorlar. Çocukça mı? İyi de bunca haksızlık varken, insanın çocukça şeylere sığınmaktan başka yolu var mı?

Evet o kaplanın gelip bu şeytanın oğlu olan adamı yemesini istedim. Şeytana inanmıyor olabilirsiniz ama etrafınıza bakarsanız çok çocuklu bir baba olduğunu anlayabilirsiniz. İnanın bana bu böyle... Hatta şeytan bile oğullarına bakıp "cık cık cık bu çocuk beni geçti, eee ne demişler boynuz kulağı geçermiş" bile diyor olabilir. Siz yine inanmamaya devam edin lakin bu oğullara karşı gözünüzü açık tutun.

Size birkaç ipucu: yüzünüze karşı gülümseyip arkanızdan kuyunuzu hayal bile edemeyeceğiniz şekilde kazan bir türdür bu. Aranızda kötü birşeyler geçmiş olabilir. Siz bunları unutup herşeye baştan başlamayı arzu edebilirsiniz. Karşıdan gelen ilk ışıkta koşarsınız ve onun da herşeyi unuttuğunu sanıp sevinirsiniz. Kin yoktur içinizde çünkü siz kinin bir insanın içini kemiren iğrenç bir kurt olduğunu bilirsiniz. Ama şeytanın oğlu bu kurdu eğitmiş ve ona yeni kötülükleri için plan ve proje yapma işini vermiştir. Bu yüzden siz her sabah sempatik bir gülümsemeyle günaydın derken o da size aynı şekilde karşılık verir ama içinden "nıhahahhah senin bundan sonraki günlerin pek aydınlık olamayacak sersem" diyordur. Ama siz salak olduğunuz için bütün bunlar aklınızdan bile geçmez. Sonra günlerden bir gün gümmmmmmmm diye bir taş düşer başınıza. Ummanız gereken ama herşeyi bir kalemde sildiğiniz için ummadığınız bir yerden. Bilin bakalım nereden? İşte şeytanın oğlu budur. İçinde sanki enfes kokulu bir çay gibi demler kinini. Sonra kötülüklerinden tesbih yapar. Usul usul bu tesbihi çekerken sabırla bekler. Ah söylemeyi unuttum, bu oğlulları ancak gözlerine dikkatle bakarsanız tanıyabilirsiniz. O hain pırıltıyı görmek ise oldukça tecrübe ister. Ağzınızın burnunuzun dağılmasını, kafanızın içinin sonsuz yara iziyle dolmasını göze alacaksınız yani.

Neyse ne diyorduk, evet kaplan. Bugün ciddi ciddi o kaplanı tüm çizgilerine kadar hayal ettim. Gelse de şu adamı yese ne güzel olur diye düşündüm. Bir de o kaplan o adamı yediğinde ne çok insanın hep birlikte sevinç çığlıkları atacağını...

Ama bir kaplan yok. Kaplanın temsil ettiği adalet de yok ne yazık ki. Tek yapılabilecek şey hayatın adaletine güvenip onun tecellisini beklemek. Zira dünya üzerindeki adalet mazlumlardan yana değil oğullardan yana...

02 Nisan 2012

"iyi niyetli kütüphane"

Şöyle birşey hayal et lütfen; Günlerden cumartesi. Erken kalkıyor, hem ekmek ve gazete almak hem de biraz yürümek için sokağa çıkıyorsun. Mahmur mahmur yürürken bir de bakıyorsun ki hergün işe gidip gelirken kullandığın yolun üzerine bisküvi kutusu gibi bir bina kondurulmuş. Önünde durup camdan içeriye bakıyorsun. Burası bir kitabevi olabilir mi? Yok olamaz, camda mini kütüphane yazıyor.

"Nasıl yani?" diyerek şaşkın şaşkın içeriye göz atmaya karar veriyorsun. Seni gülümseyen bir kadın karşılıyor. Bu kadını bir yerden tanıyorsun ama nereden? Postanede çalışan kadın değil mi bu? Yok canım olamaz. Aynı anda iki yerde birden çalışamaz ya. Ama bugün günlerden cumartesi. Kadın iki işte birden çalışıyor galiba. "Yazık" diyorsun "herhalde aldığı para yetmiyor." Kadına elinde olmadan üzülerek bakıyorsun. Ama o gülümsemeye devam ediyor. Ne kadar da tatlı.

"Merhaba" diyorsun. Seni yanıtlıyor. Burası yeni mi, ne tür kitaplar var falan gibi sorular soruyorsun. Kadın, yüzündeki şapşal şaşkınlıktan hoşlanmış olmalı. Seni oturtuyor ve başlıyor anlatmaya. Burada kayıt falan yok diyor, kütüphane kartı vermiyoruz, kitaplar da kayıtlı değil zaten. Şaşkın şaşkın bakmaya devam ediyorsun.  Kadın yüzündeki gülümsemeyi bir an bile soldurmadan: "“Aldığınız kitabı okumak için 2 haftanız var. Herhangi bir zorlama yok. Başka kitaplarla birlikte geri de getirebilirsiniz, bir daha uğramayabilirsiniz de... İyi niyet esas” diyor. İyiden iyiye şaşırıyorsun. "Ha bir de unutmadan" diyor: "biz burada 20 kişi gönüllü çalışıyoruz" "Neden?" diyorsun ne diyeceğini bilmediğin için. "Çünkü" diyor "Burada oturup insanlara bakmayı ve insanların bana bakmasını seviyorum. Çok eğlenceli. Özellikle okulların tatil dönemlerinde buraya bayılıyorum. Çünkü kadın-erkek okuma gönüllüleri, çocukları etraflarına toplayıp onlara kitap okuyorlar”

Gidip raflardan bir kitap alıyorsun. Bir şiir kitabı bu. Kütüphanenin önüne çıkıp yeşil ahşap banklara oturuyorsun. Şaşkınlığın hala geçmemiş. İyi gelir diye kitabın rastgele bir sayfasını açıp okumaya başlıyorsun:

"İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
 Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
 Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
 Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
 Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
 Bu evleri atla bu evleri de bunları da
 Göğe bakalım..."

Sahiden iyi geliyor. İyi niyetli olan herşey sana iyi geliyor zaten. Şimdi kafa patlatmayacaksın, bu kitapları insanların çalıp çalmayacağına, satıp satmayacaklarına. Yok bunlara kafa yormayacaksın şimdi. Bu yeşil bankta oturup, dilinin ucunda kalmış şiir kırıntılarının tadını çıkaracaksın. Az önce iyi insanların yaptığı küçük bir kutunun içinden büyülenmiş olarak çıktın.  Yok sen şimdi kötülüklerden nefessiz kalmayacaksın. İçinde "iyi niyet" geçen herşeyi gönül dolusu kucaklayacaksın. Bir gazetede okuduğun "iyi niyetli kütüphane" haberini, ne zaman canın sıkılsa dünyanın haline, okuyup yeniden inanacaksın. Evet böyle yapacaksın...

Not: Yukarıda okuduklarınız bir hayal değil. Almanya'nın Köln şehrinde hayata geçirilmiş nefis bir proje. Adı "iyi niyetli kütüphane" Haberi şuradan okuyabilirsiniz.

Fotoğraf: Buradan

Şiir: Turgut Uyar

Ne demeli...

İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından ...