30 Mayıs 2015

Üç

Odada üç kişiyiz. Kimse birbirine benzemiyor. Ben muhalif olanım ve doğal olarak yaratık muamelesi gören... Diğeri gücün yanında durmayı ve çenesini yukarıda tutarak "biz" diye konuşmayı marifet sayan... Üç numaranın ise fena halde kafası karışık. Gönlü doğrudan yana ama boş cebi aklını çelme meylinde... Bu yüzden en çok zorlananımız o... 

Sabahın ilk saatlerinde iki numara üzerinde eğreti duran bir özgüvenle konuşmasını sürdürüyor. İşini yaptırmak isteyen birinin başka birine söylediği yalanları, sonuçta işini yaptırdığını, işi yapan kişinin ise "salak" olduğunu kahkahalarla anlatıyor. Midem bulanmaya başlıyor. Onun gibi insanlar yüzünden insanların iyilik yapmaktan vazgeçtiğini düşünüyorum. Onunla tartışmaya girmiyorum çünkü onunla iletişimi keseli uzun zaman oldu. Nedenini anlatmayacağım bu çünkü bu hem çok uzun hem de çok özel bir hikaye. Sadece şunu söylemek isterim sorunları her zaman konuşarak çözümleme yanlısı olan ben ilk defa biri ile hiçbir şeyi çözemedim. Sabit ve katı bir zihin, ikiyüzlü bir ahlak, zaman geçtikçe olgunlaşması gerekirken çocuklaşan bir insan, kin tutmayı marifet sayan bir kalp, intikamını er ya da geç almak konusunda tuzaklar kuran bir beyinle konuşarak çözüm bulmak mümkün değildi çünkü...

Odada üç kişiyiz ve gerçeğin peşinde olan sanıyorum sadece benim. Üç numaranın da gerçeğe hayli meyli var ama dediğim gibi onun fena halde kafası karışık. Dik durmaya çalışıyor ancak birileri gelip sürekli belinin ortasına vuruyor. Onu tutabildiğimce tutmaya çalışıyorum ama bazen gerçekten dayanamıyor. Ben kendim olarak kalmayı başarabiliyorum. Çünkü ne bir bağım var ne de bir korkum. Kovulursun diyor üç numara. Umurumda olmadığını hatta bunu istediğimi söylüyorum. Muhtemelen deli olduğumu düşünüyor. Belki de öyleyim, bilmiyorum. 

İki numara ise muhtemelen tam bir aptal olduğumu düşünüyor. Öyle ya dolu cepler herşeyden önemli onun için. Onurunu, fikirlerini satabilirsin. Dert değil. Çünkü devir artık dolu ceplerin devri. Ona bakmıyorum çünkü bakarsam üzerine kusacağımı biliyorum. Bu bir mecaz değil. Gerçekten kusabilirim. Ve bu hiç hoş olmaz. Çünkü aslında ondan ne bu kadar tiksinmeliyim ne de bu kadar kızmalı... Çünkü asıl kızdığım bireysel olarak o değil. Onun gövdesinde somutlaşmış bir zihniyet. Ve o zihniyetin sembolü olan biriyle günümün ne yazık ki sekiz saatini geçirmek zorundayım.

Dışardan bakılınca ülkenin genel hali gibiyiz. Yandaşlar, muhalifler ve kafası karışıklar... Gülünesi olduğu kadar da dokunaklıyız... Ben öfke doluyum iki numara kendini birşey sanıyor ve gücün ebediyen kendilerinde olacağı gibi boş bir inanç taşıyor ve zavallı üç numara ise şaşkınlıkla aradaki gerilimi izliyor... O şaşkın zamanı gelince herşeyi belirleyen olacak bunu henüz bilmiyor... Dedim ya tıpkı bu ülke gibiyiz... 

Resim Pinterest

08 Mayıs 2015

sakız

Kadının biri fazla sakız çiğnediği için ölmüş. Çok saçma demiştim okuduğumda ama haberin içeriğinde "yapılan otopsi sonucunda midesinde sakızdan oluşan büyük kitleler bulunduğu ve bu kitlelerin vücudunun önemli mineral ve vitaminleri emmesini engelleyerek ölümüne neden olmuş olabileceğinden söz edilmiş. Pek de mantıksız gelmedi düşününce. Hey yavrum hey! Dünyada masum görünen şeyler bile ölüm sebebi olabiliyor ya ne desem boş...

Ben çocukken mahallede bir Hamide Teyze vardı. Allah rahmet eylesin çok ilginç bir kadındı. Yazları gül suyu ile yaptığı dondurmaları satardı. İki katlı evinin önüne gider avazımız çıktığı kadar bağırırdık. O da tombalacık vücudu ile kapıda belirir "ne istiyosunuz?" diye sorardı. Ne isteyebilirdik tabii ki dondurma istiyorduk.  Ucuna ip bağladığı beyaz plastik bir kovanın içinde dondurmalarımızı aşağı sarkıtır biz de içine parasını koyardık. Hamide Teyzenin ağzında hep sakız olurdu. Eğer onunla sokakta karşılaşmışsanız ve bir süre yanında durmuşsanız "cıkırt cıkırt cıkırt" diye çıkardığı sakız sesini duyardınız. Azı dişleri arasında hızla gelip giden sakızın nasıl içinde minik baloncuklar varmış gibi sesler çıkardığını bir türlü anlayamazdık. Kendi kendimize anterenmanlar yapardık o sesi çıkarmak için ama boşuna. O muhtelemen özel bir yetenek işiydi ve ne yazık ki bizde o yetenek yoktu. 

Sakız denilince aklıma hep pembe balonlu sakızlar gelir. Çocukken şekeri bitene kadar çiğnediğimiz, eğer uyumadan önce ağzımızdaysa biz de çiğnerken uyuyakalmışsak uyandığımızda saçımıza yapışık vaziyette bulduğumuz sakızlar. Okulda bazen saçı bir yerden acaip bir şekilde kesilmiş ve başında küçük bir boşluk açılmış çocuklar görürdük. Hemen anlardık sakızla uyuyakalmış olduğunu. Demek çocuklar arasında pek modaymış o zamanlar.

Dün bu haberi gördükten sonra sigara içmek için çıktığım bahçede bir adama rastladım. Banktan kalkıp bana yer verdi, teşekkür ettim ve oturmak istemediğimi söyledim. "Gel gel oturararak iç. Ben de sigara içmemek için sakız çiğniyorum oturmama gerek yok" dedi. Kırmadım gittim oturdum. "Heyhat ölmemek için sigarayı bırakan benim güzel arkadaşım, öleceksen her halükarda ölüyorsun" demek istedim. "Sakızdan bile ölen var..."

Resim: Pinterest


06 Mayıs 2015

ağaç

Naber nasılsın faslını kısa kesip konuya bodoslama daldı. Şimdi söylemese unuturmuş. Unutur da. Ne dileyecekmişim soru buydu. Hıdrellez ya. Vallahi pek birşey dilemek gelmiyor içimden diyecektim demedim. Hem neden dilemeyecekmişim, bal gibi de dilerdim. Hatta resimlerini bile çizer hiç üşenmeden gidip gül ağacının altına gömerdim. "Geçen yıllardan birinde tonlarca dilek resmi yapmıştım" dedim. "Eeeee oldu mu bari" dedi "Evet bazıları" dedim "diğer insanlar için dilediğim herşey oldu, kendim için dilediğim hiçbir şey olmadı" 

Sistem sanıyorum bu şekilde işliyor. Bencilce dilenen dilekler halı altına süpürülüyor, ancak başkaları için dilediklerin dikkate alınıyor. "O zaman sen kendini yazarak kalabalık etme en iyisi" dedi. "Merak etme" dedim "zaten kendim için ne dileyeceğimi pek bilemiyorum." O benim için dileyecekmiş. "Sağlık dile" dedim. Çünkü hasta olmaktan nefret ederim. "İyi de sen hiç hasta olmazsın ki" dedi. Demek ki her Hıdrellezde benim için sağlık dileyen birileri çıkıyor. Çok şükür. 

Bak şimdi aklıma ne geldi canım kardeşim, şu blogun ortasına sanal bir ağaç dikeyim ben. Hani tarlaların ortasında tek başına duran ağaçlar var ya onlar gibi bir ağaç. (Bu arada o ağaçlar tarlada çalışanlar altında dinlensin, gölgesinde otursun diye varlarmış. Hep üzülürdüm ben onlar için. Oysa onlar orada onurlu bir görevi yerine getiriyorlarmış. Tarlaların şefkatli anneleri..) Bunu okuyan herkes bir dilek tutup bağlasın dallara. Gülme. Eğer olmazsa dileğin birşey kaybetmezsin. Ama ya olursa? 

Biliyor musun, hayat zaten hep bu "ya olursa"lar umuduyla güzel...

Resim: Pinterest

05 Mayıs 2015

antrenman

İnsanın kendine süpriz yapması şahane birşey. Dün akşamüstü iş çıkışı öyle üşendim ki eve gitmeye, şeytan dedi "atla taksiye, uğraşma dolmuşla falan" Yok dedim şeytana, bunu öyle sık yaptım ki tembelliğim tavan yaptı. Şimdi biraz zorlanma vakti. Neyse yürüdüm dolmuş durağına. Ben daha varırmaz dolmuş önümde geldi durdu. Keyiflendim tabi. Bunun doğru verilmiş bir kararın ödülü olduğuna hükmettim. Boş koltuklardan birini seçip güzelce yayıldım. Önce telefonda biraz gezineyim dedim sonra dedim ki zaten tüm gün internetteydim, iki ağaç göreyim, insan, bulut, mavi gök, trafik lambaları, okuldan dönen çocuklar falan... Tüm görüntüler hızlı bir film gibi akıp gittiler dolmuşun camından, iyi geldi. 

İndim dolmuştan. Bacaklarım hantallaşmış, hiç yürümek istemiyorlar diye düşünürken, o mavi gök, sakince atılan adımlar, sokaktaki insanların sesleri, fırınlardan gelen enfes kokular, kendimi bile şaşırtacak bir biçimde ilaç gibi geldi örselenmiş zavallı ruhuma. İşte insan kendine süprizli bazen. Aslında istemediğini sandığın birşeyi yaptığında nasıl da keyif alıyorsun. Demek ki bazen istemediğin halde kendini biraz zorlamalı. Hele de benim gibi disiplinsiz, keyfinden hiç ama hiç ödün vermeyen insanlar için bu birazcık da kendini terbiye etme metodu olabilir. 

Dün bir kitap okuyordum. Mutluluk üzerine bilimsel bir araştırma. Orada Antik çağ filizoflarının mutluluğun yolunun antremandan geçtiğine dair söylemleri vardı. Çünkü muhtemelen onlar daha o zamanlardan hepimizin hamurunun yayılmaya, cıvımaya eğilimli olduğunu keşfetmişlerdi. Ben de antik çağ filozoflarına kulak vermeye karar verdim. Bugüne kadar sere serpe yaşadığım ve elle tutulur birşey yapmadığım hayatın arkamda bir yerde kalmasının hiç de fena bir fikir olmadığını düşündüm. Biraz disiplin başlarda keyfimi bozardı evet ama sonrası için sanırım şu anki gidişattan çok daha iyi olurdum. 

Mesela yazmak konusunda durumum Sylvia gibiydi. İçimde alev alev bir yazma isteğiyle masa başında elimde kalemim önümde enfes beyaz bir sayfa öylece kalakalıyordum ki beş dakika sonra içimdeki istek sönüp sanki hiç var olmamış gibi beni karanlıkta bırakıyordu. Benim yazmak isteğimin kökeninde kusma isteği yatıyordu. Kelime kelime kusup rahatlama, zehirlerimden arınma ve bunun gibi şeyler. Herkes aslında delirmemek için yazar, çünkü inanın bana kafanın içinde ne kadar çok kelime birikirse patlamaya o kadar yakınsındır. Mesela öfkelendiklerinde susmamacasına konuşan kadınlar da bu yüzden öyle delirmiş gibi art arda sıralarlar sözcükleri. Düşük çeneli olmak değildir dertleri, onlar sadece kendi düşüncelerinden zehirlenmemeye çalışıyorlardır. Ama bu başka bir konu elbette...

Velhasılı, biraz disiplinin beni öldürmeyeceğine karar verdim. Sigarayı da azaltırım belki hem... Daha uzun yaşarım böylece, hey yavrum hey.... Daha uzun yaşar daha çok acı çekerim. Çileci tavrına kurban olduğum...

Resim: Christian Schloe

04 Mayıs 2015

beş paralık aklım var o da uçup gidecek korkarım...

Televizyonla işim sadece haberler bitene kadar. Geçen gün farkettim tüm haberler boyunca yüzümde aynı ifade oluyor, dudak kenarları aşağı doğru, gözler kısılmış bazen de dehşetle açılmış. Nur Yerlitaş'a dönüşüyorum velhasılı. Eğer ben anormal değilsem yemin ediyorum bu ülke çıldırmış. Kimsenin ağzından çıkanı kulağı duymadığı gibi herkes herkesi aptal yerine koyma peşinde. Pes. Sanıyorum son zamanların modası bu, bulabildiğin en aptalca cümleyi söyle ve ne kadar taraftar bulabileceğini bekle. Hala nasıl delirmedim kendime hayret ediyorum. 

Dün Slyvia'yı izledim. O kadar karanlık filmin içinde tek gördüğüm şey pencerelerden görünen manzaralardı. Kendimi öyle bir yere atasım var. Uzak çok uzak bir yere. Yoksa gerçekten delireceğim. Delirmesem bile bulabildiğim her yere, herşeye ve herkesin üzerine kusacağım. Öyle tiksiniyorum olup biten herşeyden.

Bazen ben mi abartıyorum acaba diyorum. Facebook'a bakıyorum herkes çılgınlar gibi eğleniyor. Bu da bir savunma mekanizması herhalde. Yoksaymak ve hayatı devam ettirmek. Eğer öyleyse gerçekten saygı duyarım bu adamlara. Ama ya öyle değilse, ya her koyun kendi bacağından asılır, ben kendi hayatımı yaşarım, ne olup bittiğini bilmiyorum bile laylaay looom ise. İnşallah öyle değildir. Yok canım değildir, bu kadar acıya dayanamıyorlar o yüzden de kendi ruhlarını korumaya çalışıyorlardır. Lütfen biri bana "evet öyledir" desin. 

"Neden sürekli okuyormuşum" soru buydu. Hayatımda duyduğum en aptalca sorulardan biriydi ki uzun uzun cevap vermeye bile gerek duymadım. "okumayı seviyorum" dedim. Allahım "iyi de neden" diye daha aptalca bir soru geldi peşinden. Bu kez kelime bile harcamadım, omuz silktim. Bunu başka aptalca soru izleyemez ne de olsa düşündüm. Yahu neden okur insan? Bir sürü sebebi olabilir. Mesela tüm bu gerçeklikten tiksindiğin için okursun, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmak için okursun, öğrenmek için okursun vs. Ama o aptalca sorular sormaya devam etti, "hiç sıkılmıyor musun okumaktan" Allah'ım lütfen aklımı koru.  Ve lütfen bugün içinde bana bir tanecik ama tek bir tanecik mantıklı birşey yaşat. Yoksa gerçekten aklımı yitireceğim...

fotoğraf: bobiler.org

Ne demeli...

İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından ...