21 Ağustos 2015

Cuma mektupları

Güzel kardeşim,

Bazı günleri nasıl bitireceğini bilemiyor insan. Öyle ki sabah uyandığın vakit yataktan çıkmaya, o günü yaşamaya hiç isteğin olmuyor. Bir an önce bitsin ve yarın yeni bir gün olsun istiyorsun istemesine ya yarının da bundan farklı olacağının bir garantisi yok. 

Hayat ne tuhaf değil mi? Kötü şeylerin olma ihtimali yüzde yüz iken iyi şeylerin olma ihtimalinin oranını bilemiyorsun. Bana karamsar olma demeden önce bir düşün, bir gün mutlaka sevdiğin birini kaybedeceksin, bir gün mutlaka sevdiğin biri ya da sen hastalanacaksın ve bir gün mutlaka öleceksin. Bunlar kesin. Ama birgün mutlaka aşık olacağın, tam istediğin gibi bir şehirde istediğin hayatı yaşayayacağın, etrafında hep sevdiğin insanların olacağı falan filan kesin değil. Allahın şanslı kuluysan hadi kaderci olmayalım illa istediğini alan ve bunun için delice gayret eden biriysen bunlar olabilir. Ama aşk konusunda garantin yok. Ne kadar çabalarsan çabala aşık olamayabilirsin. İşte o Allahın sevgili kulu olmakla alakalı.

Biz insanlar toplu halde bakıldığında sahiden aptallar ordusuyuz. Bir an için kendini barışçıl bir uzaylı olarak farz edebilir misin rica etsem? Bu gözlükle bir bak dünyaya. Neyi paylaşamadığımızı, neden bir türlü huzur bulamadığımızı, bu kadar güzel bir gök, denizler, ormanlar, misler gibi kokan topraklar varken neden gittiğimiz her yeri mahvettiğimizi anlayabiliyor musun? Ben anlayamıyorum. Evet evet biliyorum sistem böyle. En basit anlatımıyla zengin ama çok zengin olmak isteyen vampirler diğer miniminnacık insanların kanını emiyorlar. Onlar semirdikçe birileri ölüyor, dünyanın pek çok yerinde çılgınca silah üretiliyor, bunların pazarlanması için bir yerlerde savaşlar patlatılıyor falan filan. Bunu biliyorum elbet. Ama şunun ayrımını iyi yapalım, bilmek ve kabullenmek arasında derin ama çok derin bir uçurum vardır ki ben şu an o uçurumdan aşağıya bakıyorum. Merak etme atlamam. Birşeyleri kabullenmeden kalbimi yora yora yaşamaya alıştım. Biliyorum sen de öyle... Ve bu beni rahatlatıyor. Dünyayının bu halini kabullenmeden yaşamaya çalışanların varlığı beni gerçekten rahatlatıyor.

Çok mu kararttım yüreğini? Niyetim bu değildi ama sana içimi dökmek istedim. Birbirimize de içimizi dökmezsek eğer kim kurtaracak bizi azizim? Söyle kim kurtaracak...

Resim: Pinterest

19 Ağustos 2015

bir kadın, bir çocuk ve biraz tebessüm

İş çıkışı yorgun argın yürüyorum. Sıcak bir yandan okuyup durduğum haberlerin ağırlığı bir yandan... En fenası da insanlardan iğrendiğimi düşünüyorum ve böyle düşünüyor olmaktan hiç memnun değilim. Önümde yürüdüğünü farketmediğin bir kadın aniden eğilip yerden birşey alıyor ve üfleyip kenara koyuyor. Bu bir simit parçası. Gözlerim doluyor. "Al sana" diyorum. "Hala insanlardan iğreniyor musun?" Ne zaman kötü bir düşünceye kapılsam hep böyle birşey oluyor. O düşüncenin yersiz olduğu hem de tam düşündüğüm anda kanıtlanıyor. Kadına sarılıp öpesim geliyor. Yapmıyorum. Çünkü bütün bunları ona anlatamayacağımı biliyorum. 

Asık suratıma bir gülümseme gelip yerleşiyor. Başlıyorum kendi kendime konuşmaya. "Sen" diyorum "Ne zaman böyle oldun? Severdin sen insanları, onlara inanırdın. İyi insan sayısının kötü insan sayısından fazla olduğuna dair seni hayatta tutan bir inancın vardı. Sahi ne oldu sana?" Kendime kızayım mı acıyayım mı bilemeden ağır ağır yola devam ediyorum. 

Çok gülerdim eskiden ben. Eski dediysem çok eskiden de değil ha. Ama şimdi hemen hemen hiç gülmüyorum. Kendimi son zamanlarda yaşlı hissetmemin sebebi bu olmasın. H.'ye bunu söylediğimde yaşlanmadığımı sadece eskisi kadar gülmediğimi söyledi. Mantıklı. Tam içimdeki çocuk geyiğine girmek üzereyken bu kez yine önümde yürüdüğünü fark etmediğim bir çocuk, elini çekiştirip duran babasına rağmen, kaldırımda duran bir tartının üzerine pat pat basmaya çalışıyor. Öyle tatlı öyle komik ki gülümsemekle kalmıyor gülüyorum. Çocuk dönüp bana bakıyor. Nasıl muzip bir ifadesi var. Onu da sarılıp öpesim geliyor. Bugün iki etti diyorum. İki kişiyi, hem de hiç tanımadığım iki kişiyi sarılıp öpmek istedim. İyileşiyorum galiba diye seviniyorum. Kendimi tedavi etmeye çalışıyordum ya bana gerek kalmadı diyorum, hiç tanımadığım bir kadın ve hiç tanımadığım bir çocuk içimdeki yaraya minik elleriyle merhem sürdü. 

İnsan ne olursa olsun hayata, iyi ve umutlu şeylere inancını yitirmemeli diye geçiriyorum içimden. Yüzündeki gülümsemeyi, gençliğini, hayatla bağını kaybetmek istemiyorsa bunları asla yitirmemeli. Ve insanlardan iğrenmeye başladığı vakit çıkıp kalabalığa karışmalı. Elbet ki vardır aralarında kenara düşmüş ekmeği "nimettir" diye bir kenara kaldıran güzel kalpli kadınlar, tüm muzipliğiyle insanın içine neşe salan çocuklar... Elbet ki vardır...

Resim: Christian Schloe

14 Ağustos 2015

Cuma Mektupları

Canımın içi iki gözüm,

Ne zaman insanın hamurunun kötü olduğuna dair umutsuzluğa kapılsam, seni anımsıyorum. Bu, bana iyi geliyor. İnsan algısı neden hep kötüye yönelik? Ya da bunu bir tek ben mi yapıyorum?

Dün biri fena halde kalbimi kırdı. Kırmakla da kalmadı bastırmaya çalıştığım öfkemi mayalanmış bir hamur gibi kabarttı da kabarttı. Hep yaptığım gibi kafamın içinde gün boyu hatta gece boyu kavga ettim onunla. Bundan kurtulmak istediğimi düşündüm sonra. Kötü olana değil de iyi olana yönelmiş olan bir zihne, bir kalbe ve gözlere ihtiyacım olduğunu anladım. 

İnsan değişir elbet azizim. Değişir değişmesine de pek sabırlı ve pek dirayetli olmalı bunun için. İkisini de koyduğum yerde bulamadığım düşünüldüğünde bunca zamandır bunun neden üstesinden gelemediğim pek tabi anlaşılabilir. Belki bana başka birşey lazımdır. Sukünet, umursamamazlık ya da buna benzer birşey.

Seni özledim. Seni gerçekten özledim. Çünkü birinin gözlerinin içine bakıp o gözlerin içinde temiz şeyler görmeye ihtiyacım var. Ya bu bir tek sende var ya da ben sadece senin gözlerinin içine bunca dikkatli bakıyorum. Bazen nasıl da kör olduğumu iyi bilirsin. Dikkatimin bir kibrit alevinden hallice olduğunu, bir dakika önce konuşulanı unutuverdiğimi de öyle. Şaşırmıyorsun da artık. Şaşırmadığın gibi nedense o zehir hafızan da bana benzemeye başladı. 

Evet birbirimize dönüşüyoruz farkındayım. Ya da belki en baştan beri birbirimizin aynısıydık ki bu daha muhtemel. Ama sevgili şampiyon hafızasızlık özelliğimi alma istersen. İnan bana çok daha iyi taraflarım var. Söylemeyeceğim ki kibirli olduğum sanılmasın. Sabırlı ve meraklı olmanı diliyorum şu aşamada ki arayıp bulasın. 

Seni özlediğimi söylemiş miydim? Evet seni gerçekten özledim.

Resim: jessie wilcox smith

12 Ağustos 2015

başkalarının çocukları...

Çok sevdiğim bir arkadaşım evlilik hazırlığı yapıyor. Ama şu günlerde yüzünden düşen bir parça. "Hiç hevesim yok" diyor "Bütün bunlar olurken utanıyorum bu işlerle uğraşmaya" Onu anlıyorum çünkü insan bu kadar kederli bir coğrafyada utanıyor mutlu birşeyler yapmaya. 

Hayatın bir yandan da devam etmesi lazım oysa. İnsanın en güçlü yanı budur ne de olsa, ne olursa olsun ne kadar acının içine batarsa batsın inatla, ısrarla hayatına devam eder. Ama yine de gencecik çocukların hayatlarını kaybettikleri ve ciğeri yanmış ailelerinin fotoğraflarının boy boy yayınlandığı gazetelere baktıktan sonra sosyal paylaşım sitelerindeki mutlu tatil fotoğrafları ile karşılaşmak hayrete düşürüyor insanı. Elbette kızmıyorsun onlara. Zaten böyle bir hakkın da yok. Hatta belki de bilmezlikten gelerek akıl sağlıklarını korumaya çalıştıklarını bile düşünüyorsun. Çünkü eğer onların da gün boyu gazetelerle haşır neşir olup her son dakika gelişmesinden haberdar olurlarsa derin bir umutsuzluğa, kedere boğulacaklarını, hepimiz bu şekilde yaşamaya devam edersek eğer bu koca coğrafyanın akıl hastaları ile dolacağını biliyorsun. Herşeyin insanı delirtmeye hizmet ettiği bir dünyada kadim bir ayakta kalma yöntemi olan bilmemezliğe sığınan insanlara, sanki cennetin göbeğinde yaşıyormuşuz gibi elinde kitabıyla huzur içinde sahile uzanmışlara, "kahve keyfim" başlıklı fotoğraflara, "ne kadar eğleniyoruz" temalı arkadaş toplantısı manzaralarına bakıyor ve en azından akıl sağlıklarını koruyabilecekler diye seviniyor olman da bu yüzden.

Babam öldükten bir kaç hafta sonra işe giderken yolda kurulan pazara, sokaklarda sakince dolaşan insanlara, bir kenarda kıkırdayan genç kızlara ve çocuklara bakıp hayatın nasıl olup da devam edebiliyor olduğunu düşünmüştüm. Kendimizi hayatın merkezi sanıyoruz ya bizim acımızın da dünyanın acısı olacağına herkesin ve herşeyin bizimle birlikte yas tutacağına aptalca bir bilinçle inanıyoruz. Babam eceliyle hayatını yitirmişti ve elbette kendi aile ve arkadaş çemberimizin dışında kimseyi ilgilendiren bir ölüm değildi onunkisi. Doğaldı hayatın aynı şekilde devam ediyor olması. Oysa şimdi olup biten bambaşka birşey. Ölen tüm çocuklar bizim kardeşimiz, sevgilimiz, ağabeyimiz, kuzenimiz. O çocuklar, hepimizin bir şekilde yakını, tanıdığı yani. Belki de bu yüzden bu kadar canımı sıkıyor "hayat devam ediyor" diyerek objektife dudak büzen kızlar. Kendi kendime "sana ne?" diyorum ama bana ne olmuyor işte. Demiyorum ki hepimiz geberinceye kadar ağlayalım, içimiz katılsın gözlerimiz kan çanağı olsun ve yine demiyorum ki acı etimize işlesin dövme gibi ve hiç çıkmasın. Elbette hayatımızı sürdürmek zorundayız hatta becerebilirsek mutlu bile olmaya çalışmalıyız. Ama şu acıların hüküm sürdüğü günlerde belki biraz saygı gösterebiliriz ve şunu unutmayabiliriz, bu başkalarının acısı değil, bu hepimizin acısı, ölenler başkalarının çocukları değil bizim de yakınlarımız. Bilmiyorum belki doğru düşünmüyorumdur. Zira bu aralara neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda kesin bir fikrim yok.

Fotoğraf: pinterest

05 Ağustos 2015

Bu coğrafyada...

"Hiç yüzün gülmüyor" dedi biri ve ben sinirli sinirli sırıttım. Yas tutuyor gibiymişim. "Evet ardı arkası kesilmeyen bir yasın içindeyim" dedim. "Sen değil misin?" Ne için dediği an arkamı dönüp gittim. Cehenneme dönmüş bir coğrafyada kana bulanmış topraklar üzerinde nereden geleceğini bilmediğin tehlikenin ortasında hergün gencecik insanların ölümü ile kahrolan biri olarak, onun hangi gül bahçesinde yaşadığını merak ettim. 

Çok var onlardan biliyorum. Ama birşeyi biliyor olmak yine de ona bakarken dehşete düşmeyeceğin manasına gelmiyor ne yazık ki. Sanıyorum Nermin Yıldırım yazmıştı, "Bilmezden gelmek kadim bir ayakta kalma biçimidir" Peki bu şekilde ayakta kalırsan yine de yaşıyor olur musun? 

Ne onun ve onun gibilerin bilmezden gelişi ne de ben ve benim gibilerin el kol bağlı kahrolup dünyaya küsüşü doğru bir düşünüş biçimi değil. Bunun bir orta noktası olmalı. Bir denge kurabilmeli bu noktada. Tüm bu acıları yüreğin içinde tıpkı kendi acınmış gibi hissederken, duygusal olarak kendini korumanın, ayakta kalabilmenin, dünyayı kapkara görmemenin, umutsuzluğa düşmemenin dengesini kurabilen birileri olmalı. 

Bu denge nasıl kurulur en ufak bir fikrim yok. Eğer olsaydı her uykusuz geçen gecenin sızıp kaldığım sabahına ağırlaşmış bir yürekle uyanmazdım. Her doğan günün birilerinin ölümü demek olduğu fikrinden ziyade belki güzel birşeylerin habercisi olduğuna bile inanabilirdim. Hayatın tüm acıya rağmen ayakta kalabilen ve elinden birşey geliyorsa onu yapabilen insanlara ihtiyaç duyduğunu bilmeme rağmen kalbindeki acıyla başa çıkamayanlardan olmazdım. 

Belki öncelikle herşeyin daha da kötüye gideceği fikrinden kurtulmak gerekiyordur. Ama bir fikre inanmak için elinde küçük de olsa bir kanıt olması gerekmez mi? Her haberle sarsılıp yere düşen biri tam kalkmaya çalışırken başka bir haberle tekrar düşüyorsa herşeyin iyi olacağı fikrine inanmak mümkün olabilir mi? Bununla başa çıkmak gerçekten çok zor. 

Kendi kendime sürekli şöyle diyorum "hiçbirşey aynı kalmaz" Bu doğru, hiçbirşey aynı kalmıyor. Kimse sonsuza dek yaşamıyor ve hiçbir acı süreklilik arzetmiyor. Olan sadece kalplerimize saplanmış çivileri çekip çıkarmak ve yolumuza devam etmek. Ve yürürken o  çivilerin bıraktığı izlere dönüp bakmamaya çalışmak. Bu coğrafyada ne kadar mümkünse bu, o kadarını en azından... Sahi mümkün mü?

01 Ağustos 2015

kum torbası

Emrah Serbes "Yazarlığı bıraktım. Hergün çocukların öldürüldüğü bu ülkede ne yazabilirim? İki sene sadece boksla ilgileneceğim" dediğinde, onu anladığımı düşündüm. Hatta onu öyle iyi anladığımı düşündüm ki insanların verdikleri tepkileri de şaşırarak okudum. Çünkü herkes bunu anlayabilirmiş gibi geldi. Zira kalbi olan bir insan evladı her ne yapıyor olursa olsun bir gün gelir, cehenneme dönmüş ülkesinde olup biten herşeyden yorgun düşebilir, umutsuzluğa kapılabilir. Gözümün önüne gazeteleri okuyan bir Emrah Serbes geldi. Gözleri dolan, çaresizlikle ellerine bakan ve bütün bu ağırlıkla artık yazıyor olmanın hiçbir anlamı olmadığına inanan, öfkeden deliye dönmüş bir adam... Öfkesinden kurtulmanın tek çaresinin yazmak değil de bir kum torbasına gözlerinden yaşlar boşanarak vurmak olduğunu düşünen bir insan... Bunun nesini anlamak bu kadar zor Allah aşkına?

Sizler de aynı yorgunluğu ve umutsuzluğu hissetmiyor musunuz zaman zaman? Omuzlarınız düşmüyor mu? Çaresizlik midenize bir kramp gibi saplanmıyor mu? Eğer bunlar olmuyorsa bundan sonra yazacaklarımı okumanızı tavsiye etmem zira laf salatasından ibaret gelebilir. Bilmiyorum belki gerçekten de öyledir. Ama ben yazmaya devam edeceğim çünkü boks nasıl yapılır bilmiyorum. 

Emrah'ın twitinin altına yazılanları sükunetimi korumaya çalışarak okudum. Küfür etmeden eleştiri yapılamayacağına her nedense körü körüne inanmış bir neslin yazdıklarını sükunetle okumak her ne kadar mümkünse o kadar elbette... Bir süre sonra dayanamadım bıraktım. Zira adamın ne yavşaklığını bırakmışlar ne mallığını. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Onu sevenlerin tepkileri anlaşılabilir. Bu kadar sevdikleri bir adamın pes etmesine kızmış olanlar ve bu durumun kendi umutsuzluklarını bir kat daha artırdığını düşünenler de olabilir. Ama yapılacak tek birşey vardır, o da onun kararına saygı duymak. Sonuçta yazmayarak kimseye zarar vermiyor. Tek istediği bir süre kabuğunda yaşamak ve öfkesini dindirmeye çalışmak. Siz hiç şehirden kaçmış ormana sığınmış adamlar kadınlar görmediniz mi? Onun ormanının da bir kum torbası olabileceğini anlamak zor değil.  Hem bence onun yazdıklarını okumayı sevenler olarak merak etmemize gerek yok, çünkü şu bir gerçek ki yazmaya bir kez başlamış biri zaman zaman kızıp köpürüp artık yazmayacağım dese de kendini durduramayacak, yazacaktır. 

Aslında yazmaya başlarken niyetim Emrah Serbes'in avukatlığını yapmak değildi. Onun ruh hali üzerinden kendi ruh halimi anlatmayı tasarlıyordum. Bu ara aynen onun gibi hissettiğimi ve bloga kaç kez yazmaya başlayıp her kelimem anlamsız geldiği için sildiğimi, hatta blogu silmeyi bile düşündüğümü, benim buraya yazdığım küçük hikayelerin kimseye bir faydasının olmadığına inandığımı falan filan... Ama yazı başka bir mecraya kaydı. Zaten ben de tüm bu düşüncelerden vazgeçtim. Yazdığımız şeylerin kime ne fayda sağladığını, kimin ruhunda minik çiçekler açtırdığını, kimin hiç düşünmediği bir konuda düşünmeye başladığını, kimi öfkelendirdiğimizi, kime dünyanın en sığ ve aptal insanı gibi göründüğümüzü asla bilemeyeceğimizi düşündüm. Ve dedim ki kendi kendime madem yeryüzünde bizi birbirimize hiçbir şey yakınlaştıramıyor belki kelimeler işe yarar, bir yerlerde birbirinden habersiz, sessizce oturan o kırılgan ruhlarımızı kardeş, arkadaş, yoldaş yapar? Denemekten zarar gelmez. Asıl zarar denememekten gelir dedim ve bu sözcükleri yazdım. 

Ben bir yazar değilim. Bu yüzden de artık yazmayı bıraktım diye afili bir cümle kuramam. Zaten evimde kum torbam da yok. Ben yazmayı bırakırsam biliyorum ki kendi ağzımı burnumu kıracağım. Bu yüzden devam...

Fotoğraf: pinterest

Ne demeli...

İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından ...