21 Şubat 2012

seni seviyorum, çünkü...

Seni seviyorum, çünkü dünyanın tozuna, çamuruna ve hayatın üzerimize akıtıp durduğu bütün bu pisliğe bulaşmamış haline hayret ediyorum. Sonra bir de aniden ortaya çıkıveren şefkatine... Merdivenin başında duran o kirpi saçlı çocuğun başını okşamana hayranlıkla bakıyorum mesela. Ya da sabahları yüzünde parlayan ışıklı gülümsemeye... 

Tüm dünyanın aç olduğu herşey sende biçimleniyor sanki. İşte bu yüzden güller açılıyor seni görünce yüzümde. Ve yine bu yüzden sevinçten içim içime sığmıyor sana baktığım anlarda. İnan bana herkes güzeller güzeli, iyiler iyisi sanıyorum sen buradan geçerken. Ve ancak seninle inanıyorum başka bir dünyanın mümkünlüğüne.

Seni seviyorum, çünkü sen içimde çok ama çok sevebilecek olan birinin varlığına yeniden inandırıyorsun beni. Yalansız ve riyasız konuşulabileceğine de öyle... Hatta biliyor musun bu yüzden incinsem bile gülümsüyorum. Çünkü incindiğim zaman biliyorum ki hiç yalan yok sende. Rol yok, oyun yok. "Oh be" diyorum sonra. "O kirli yüzlü yalancı adamların, yalanı bol sahtekar kadınların dünyasına ait olmayan biri var." Ve yine "oh be" diyorum. Yalnızca "oh be..."

Seni sen olmayı her halükarda başarabildiğin için seviyorum bir de. Ve bana yeniden böyle kendim gibi hissettirebildiğin için... Seni düşündüğümde herşeye "ne güzel" diyebilidiğim için, bana herşeye dayanabilecek bir güç verdiğin için ve elbette. 

Seni seviyorum çünkü sana bunu açıklayabilmek için binlerce cümle yazdırabilirsin bana. İşte bu yüzden burada duruyorum Sevgilim. Duruyor ve susuyorum...

12 Şubat 2012

Neden?

"Neden?" Şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme. Sürekli herşeyin nedenini soruyormuşum. İlla öğrenmek zorunda mıymışım? Farkında mıymışım en çok kullandığım kelime "neden"miş. Elbette farkındayım. Çünkü herşeyin nedenini merak etmek gibi zor ve yorucu bir tarafım var. Omuz silkip geçen yetenekli ve rahat insanlardan olamadığımın da farkındayım. Sanki tüm bu nedenleri öğrenince başım göğe erecek hatta herşeyi daha iyi anlayacakmışım gibi sürekli neden neden diye soruyorum. Elbette farkındayım.

Peki ya sen diyorum. Senin en çok kullandığın kelime ne? Durup düşünüyor. Bilmiyor. Çünkü hiç dikkat etmemiş. Ben söylüyorum. Onun en çok kullandığı kelime "hayır". Zamanın birinde muhtemelen "hayır demeyi öğrenin" diye bir laf duymuş ama bunu nerede nasıl uygulaması gerektiğini pek bilememiş bu nedenle sürekli hayır diyor.

O gittikten sonra kafayı insanların en çok kullandıkları sözcüklere takıyorum. Mesela H. sürekli "hadi be" diyor. Mahalledeki B. Abla ona ne söylerseniz söyleyin "yalaaaaaan" diyor. Annem ona birşey anlattığımda "Allah aşkına" deyip şaşırıyor. Z. birşey söylenince önce durup saniyelerce yüzünüze bakıyor sonra başını çevirip gidiyor. Tam sizi umursamadığını düşünmeye başladığınızda geri dönüp konuya dair birşeyler anlatıyor uzun uzun. O düşünmeden konuşmayan türden. Herkesin böyle bir kelimesi var. Gün içinde defalarca kullandığı bir kelime. Ama soru pek az. Ben neden diye soruyorum, M. ise nasıl diye. Tüm bu düşündüğüm insanlar içinde soru soran sadece ikimiz varız. Aklıma gelmeyen birileri mutlaka vardır. Bu kadar az olamayız diye düşünüyorum. Herkes nedenleri nasılları merak ediyordur. Ah bir de P. var. O da her zaman Kim diye sorar. Adı bu yüzden meraklı köfteye çıktı ya. Her neyse.

Şuna inanır mısınız bilmem; Siz bir sorunun cevabını ararken o cevap ya bir insanla ya bir kitapla ya da bir film karesinde size gelir. Eskiden şaşırdım buna ama artık şaşırmıyorum. Dün gece uzanmış Kinyas ve Kayra'yı okurken (Evet Hakan Günday'a bayılıyorum.) orada neden ve nasıl sorularını soran insanlara dair bir paragraf okudum. Şöyle diyordu:

"Zaten hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. Tercihlerimiz sorularımızdan gelir... "Nasıl" sorusunu soranlar gerçek hayatın gerçek uğraşlarını en iyi öğrenenlerdir.Bilimle, sanatla dünyayı "Dünya" yapan her branşla ilgilenirler. Siyasetçiler buradan çıkar. Çünkü kendilerinden öncekilerin nasıl yaptıklarıyla ilgilenip meşgul olmuşlar ve akıllarına başka bir soruyu getirmemişlerdir. "Kim?" ya da "Ne?" ile başlayan sorular ise fail arayan, yaratıcı, yok edici kişi ya da olay araştıran insanların hayatlarını çizer. Alın yazısı varsa bunu bir de yazan vardır. Doğa varsa Tanrı vardır. Çocuk varsa anne baba vardır. Ve bu insanlar dinle ilgilenirler. "Nasıl?" diye soran ve dünya burjuvazisini oluşturanların aksine gerçek hayattaki işlerle ilgileri asgari düzeydedir. Çeşitli dinlere mensup olurlar. Ve sorularını kutsal kitaplarına yöneltirler. Burjuvaların hukuk kitaplarına yönelttikleri gibi... Ve en sonunda, sorularına  "Neden?" sözcüğüyle başlayanlar gelir. Sonunda diyorum, çünkü aralarında kronolojik bir sıralama olduğu gerçektir. İnsan önce hayatta kalmış sonra inanmış ve en son reddetmiştir."Neden?" sorusu ise ne hayatı ne de yaratıcıyı merak eder. Merak ettiği tek konu kendisidir. Ve kendisiyle o kadar ilgilidir ki soruyu soran kişi içinde iyiliğe yatkın birçok özellik barındırmasına, hiç tanımadığı bir insanın hayatını kurtarmak için kendisininkini tehlikeye atabilecek olmasına rağmen yakın çevresine sırf "kendisi" olduğu için acı çektirecek kadar bencildir. Filozoftur. Düşünür.Nedenleri merak eder. Elinden geldiğince erişir. Ama tek sorun, elindeki nedenlerle ne yapacağını bilememesidir. Nasıl'ı soran bildiklerini kullanarak hayatını kazanır. Kim'i soran Tanrısını bulur ve tapar. Neden'i soran nedenleri bulur, bir süre savunur sonra unutur. Başka nedenler bulur onları da savunur sonra unutur. Ve böyle gider.İsmi; insanoğlunun önlenemez değişimi.Varlığına farklı nedenler bulmaktır insanı ilerleten. Ancak "Neden?" sorusunu soranlar içinde bir azınlık, buldukları ilk nedene takılıp kalır. Onda ısrar eder. Değiştiremez, unutamaz. Ve bütün insanlık ilerlerken o azınlığın mensupları sabit kalır. Ya yok olurlar ya da bütün dünyayı ve barındırdığı farklı nedenleri reddederek yaşarlar... Ben Kayra, bu noktadayım."

Sanırım ben de...

Alıntı: Kinyas ve Kayra- Hakan Günday, sayfa 44-45
Fotoğraf: Life

06 Şubat 2012

ziyan

Gece saat 2.34. Aniden uyanıyorum. Çok zaman oldu böyle gecenin bir yarısı yüzüme bir kova su dökülmüş gibi aninden uyanmayalı. Neden bugün? Sebebi belli. Kitaplar. Bırakmıştım ama bu meret bırakmıyor seni. Sayfalardan tüten harfleri solumadan yaşamak, yaşamak değilmiş gibi geliyor. Bir hafta okumuyorsun, iki hafta, hadi sıktın dişini bir ay okumuyorsun. Sonra dayanamıyorsun. Titremeye başlıyor beynin. Hiçbir şeyi üzerinde harflerin tülü olmadan gerçekten göremediğini anlıyorsun. Yok alışmışsın bir kere ihtiyacın var, biliyorsun ki bırakamayacaksın. Sonradan kör olan bağımlıları düşün, birilerini bulup kendilerine kitap okutmuyorlar mıydı? Nasıl bir illet düşün artık.

Kitaplar çok tehlikeli. Demedi demeyin. Hele de benim gibi o kelimelerin satırların içine girip, sayfaları yer gibi okursanız çok çok tehlikeli. Bak şimdi Ziyan'ı okuyorum. Bir askerin yaşadıklarını anlatıyor. Kendimi asker sanmaya başlayacak kadar içine girmişim kitabın. O derece. Ki ben biri askerlik anısı anlatmaya başlayınca tası tarağı toplayıp kaçanlardanım. Ama Hakan Günday başka anlatıyor. Bunu gecenin bir vakti saat 2.34'de karanlık mutfakta pencerenin önünde sigara içerken "nöbette sigara içmek yasak" diye düşünürken anlıyorum. "Biri beni vurabilir" diye düşünüyorum sonra. Uyku sersemi miyim? Elbette hayır. Olsa olsa kitap beni sersemletmiş olabilir. Bir de son zamanlarda artık pek o kadar üşümüyorum. Hava soğuk mu? Evet yine soğuk. Ama o asker -26 derecede karda sürünürken, ayaklarının üşümesinden yılıp ayaklarını kesmeyi dahi düşünürken benim bu havada burada üşüyor olmam beni ziyadesiyle utandırıyor. İşte bu yüzden üşümüyorum. Utanmamak için.

Bazı kitaplar insanın içindeki şeytanları uyandırır. Bazıları içinizdeki isyanı, bazıları romantiği, bazıları psikopatı. Ben de anlaşılan o ki bastırılmış bir isyan duygusu var. Hatta öfke. Okudukça kabaran, kelimelerle mayalanan bir öfke. Okudukça akıyor gözlerimden. İyi de oluyor belki. En azından beklenmedik bir zamanda patlama ihtimalimi azaltıyor. Azaltsın da. Çünkü dünya benim gibi öfkelilere değil varlığıyla huzur verenlere ihtiyaç duyuyor.

İşte bu kitap içime yakılıp atılmış binlerce kibritle dolduruyor. Ama size kitabı anlatmayacağım. Çünkü içinizde belki de benim gibi okumadığı bir kitabı anlatan yazılardan hayalet görmüş gibi kaçanlar vardır. Zaten ben de kitap anlatmayı becerebilen biri değilim. Anlatmaya kalkarsam kitabın konusundan çok kendimi anlatırım muhtemelen ki en iyi bildiğim (sahi öyle mi?) kendim olduğuna göre başka bir seçeneğim de var gibi görünmüyor.

Kitap hakkında tek söyleyeceğim; Okuyun! demek olabilir ancak. İyi kitaplara aşıksanız, aklınıza hayalinize gelmeyen cümleler kuran adamlara bayılıyorsanız, tek bir paragraf üzerine dakikalarca düşünmek canınızı sıkmıyorsa okuyun lütfen.

Size küçük bir alıntı, tadımlık;

"ilk yemeği annesinin memesinden gelen ve yediği çanağa tükürmekte sakınca görmeyen erkek, o kadar çok kadın gömer ki toprak bile artık dişidir. Bu yüzden toprak ana diye bilinir... Diri diri gömüle gömüle toprağı bile kadın yapmışlardır. Bu yüzden verimsiz ve çoraktır. Buna da kadının intikamı denir." Ziyan- Hakan Günday

Resim: Albert Joseph Moore, Red Berries (detail)

02 Şubat 2012

geçici bir delilik hali...

Bu yazı fena halde sersemlik içerir. Lütfen çocuklarınıza okutmayınız!

Dikkatim iyice dağıldı. En ufak sesten kafam patlayacak gibi oluyor. Ne kimseyle konuşmak istiyorum ne de birini dinlemek. Sanırım depresyona giriyorum. Ayağımın biri depresyonun karanlık odasında diğeri girmemek için direniyor. Kulağımın birinde bir ses "dur yapma sakın oraya girme" diyor, diğer kulağımdaki ses ise daha zalim "nıhahahahah nasılsa gireceksin." Of of of.

Havadan diyorum ya inanma. Ne havası. Ne diyordu ünlü bir türk düşünürü "havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun." Yani dışarda kar fırtına boran da olsa senin havan iyi olduktan sonra gerisi vız gelir tırıs gider. En azından ben öyle biliyorum.

Sana birşey söyleyeyim mi benim patronlara alerjim var. Sahiden alerjim var. Kendimi kunta kinte gibi hissediyorum. Biri ayağıma pranga vurmuş da sırtımda kırbaç şaklatıyor sanki öyle bir haldeyim. Ve hala inatla ve ısrarla çiftçi olmak hayalinde direniyorum. Gerçi seralarını su basmış adamların "bittik biz abi bittik" çığlıkları kulağımdayken bu hayale pek adapte olamıyorum ama patronu düşününce en kötü yağmur bundan iyidir diyesim geliyor. Aslında patronda sorun yok. Sorun benim. Acaba istifa dilekçesini önüne uzatıp "sorun sende değil tatlım, sorun bende" mi desem. Belki o zaman beni kovar ben de tazminat alırım. Fena fikir gibi gelmiyor kulağa ne dersin? İstifa etsem ne olacak ki? Yine patronlu bir işte çalışacağım ve ben yine ben aynı olacağım için birşey değişmeyecek.

Şimdi bunun adına ne demeli? Eski bir hayat mevcutsa ben kesin o hayatta köleydim. Ve bunun için bu kadar tepkiselim. Patron kelimesi bana bunun için kırbaç, çizme ve bağıran bir adamı çağırıştırıyor. Ve doğal olarak da kusmayı. Aslına bakarsan sistem temelden yanlış. Avcılık ve toplayıcılık dönemi olaydı iyiydi ammaaaa ne yazık ki biz modern salakların öyle bir şansı yok artık. Sana oradan kafayı yemiş gibi görünüyor olabilirim. evet öylesin desen "yok değilim" demem. Muhtemelen her mantıklı insan gibi etrafa bakınca benim de aklımı yitirmem çok doğal. Ne diyordu şair; "deli sizsiniz böyle bir dünyada akıllı kalabildiğiniz için." Tam olarak böyle olmayabilir.

Her neyse. Bu geçici delilik halini birine anlatmaya ihtiyacım vardı. Ben de hiç tanımadığım sana anlatmaya karar verdim. Dedim ya geçiçi birşey. Olur ya hiç tanımadığın biri için üzülesin tutar yapma bunu. Herşey gibi bu da geçer.

Fotoğraf: myfotolog

Ne demeli...

İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından ...