Önümden yürüyüp gitti. Çantasına bakakaldım. Küçük, boncuklu, beyaz bir çanta taşıyordu. Gövdesi, boşluktan içe çökmüştü. İçimi bir acıma duygusu kapladı. Sonrasında ise bir şaşkınlık. Neden, yoksun olduğu için çantasının böyle boş olduğunu düşünmüştüm ki? O birşeylere sahip olmadığı için değil, gereksinim duymadığı için böyle bir çantayı tercih ediyor olamaz mıydı yani? Pekala olabilirdi.29 Haziran 2009
ÇANTA
Önümden yürüyüp gitti. Çantasına bakakaldım. Küçük, boncuklu, beyaz bir çanta taşıyordu. Gövdesi, boşluktan içe çökmüştü. İçimi bir acıma duygusu kapladı. Sonrasında ise bir şaşkınlık. Neden, yoksun olduğu için çantasının böyle boş olduğunu düşünmüştüm ki? O birşeylere sahip olmadığı için değil, gereksinim duymadığı için böyle bir çantayı tercih ediyor olamaz mıydı yani? Pekala olabilirdi.28 Haziran 2009
"BU ÜLKEDE HERŞEY OLUR KARDEŞİM"
"Heh heh heh bu ülkede herşey olur kardeşim, neden şaşırıyorsunuz ki?" diyen adam ve kadınlara şaşırıyorum ben asıl. Bu öfkesiz, kaygısız kabullenişin herşeyi olağan karşılayan hali karşısında donup kalıyorum. Ve o adam ve kadınlar hayatın suyu içinde akıntıya kapılmış giderken o akıntı içinde kayalara çarpa çarpa yok olan ruhlarının farkındalar mı merak ediyorum.25 Haziran 2009
PARAMPARÇA SESLER VE GÖRÜNTÜLER
Odanın içinde bir kaç kişiden oluşan gruplar kendi aralarında birbiriyle hiç ilgisi olmayan sohbetlere dalmışlar. Odanın hemen köşesindeki kadın ise sanki odada çıt yokmuş gibi konsantre olmuş, önündeki bilgisayarın ekranındaki birşeyi okuyor. Hiç kıpırdamıyor. Sadece mosue'un üzerindeki eli sayfayı kaydırıyor. Hepsi bu. Hayretle bakıyorum. Bunca gürültü içinde nasıl böyle pür dikkat okuyabildiğini aklım bir türlü almıyor.23 Haziran 2009
BAZILARI BÖYLE İŞTE...
Gün boyu sıkıntılı bir halde dolanıp durdum. Ve o sıkıntı akşam üzeri patladı. Benimle hiç ilgisi olmayan bir iş için, oturduğu koltuğun dışında pek bir değeri olmayan bir adam tarafından eğitimine, kariyerine ve yaşına hiç yakışmayan bir tonda azarlandım. İlk şaşkınlığımı atlatıp hakettiği kelimeleri söyledikten ve odasından çıktıktan sonra öfkem su yüzüne çıkmaya başladı. Sakinleşebilmek için bir köşeye çekildim ve sustum. Ben sustukça aklımın içinden düşünceler aktı, aktı, aktı... 22 Haziran 2009
BİR ZİHİNDE BÜYÜTENİN TASVİRİ
Adım Fulya ve ben bir zihinde büyütenim. (Tam bu noktada bütün zihinde büyütenlerin "merhaabaaa Fulyaaaa" demesi gerekiyor. Yoksa bu grubun tek üyesi ben miyim?)20 Haziran 2009
"BİRAZ KENDİNDEN BAHSETSENE"
Şimdi size biriyle tanıştırılmaktan çok korkarım dediğimde eminim gözünüzün önüne hasbelkader bir kaç arkadaş edinmiş, o hasbelkader edindiği arkadaşlarıyla da çok nadir görüşen, insanlarla bir arada bulunmaktan kaçan biri gelecektir. Fakat durum bu değil. Biriyle tanışmaktan çok korkarım çünkü o insanların çoğu şunu söylemeye kendilerini mecbur hissederler: "Biraz kendinden bahsetsene."17 Haziran 2009
YALANLAR VE DOĞRULAR
Masamın önünde pat diye biri belirdi. Sonra biri daha ve bir daha. Gözümü ekrandan ayırdım istemeye istemeye. Aklım hala okuduğum metinde gözüm bana bakan üç suratta, yarım ağız "hoşgeldiniz" dedim. Hoşgeldiniz dedim ve yalan söyledim. Gelmişlerdi fakat bu geliş hiç de hoş değildi. Çünkü gün boyu masa önünde beliren ve bana hiç ilgimi çekmeyen şeyler anlatıp duran, beni nefessiz bırakan suratlara hoşgeldiniz demek zorunda kalmıştım. Ki ne yazık ki bu hoşgeldinizler sadece bu güne mahsus değil günlere, haftalara hatta aylara yayılan bir durumdan sadece biriydi.Annem geldi aklıma. "Neden sürekli bizim odadalar?" dediğimde "sizi seviyorlar da onun için" demişti. O an hiç sevmesinler istedim. Çünkü karşındakinin yüzünü okuyamayan, kendi boş vakitlerini değerlendirmek için başkalarının vakitlerini çalan, bencilliklerinden ödün vermeyen, işininin olup olmamasını hiç ama hiç umursamayan ve onlarla ilgilenmediğin zaman küsen bu insanlar tarafından sevilmiyor olmanın aslında bir nevi özgürlük anlamına geldiğini düşündüm.16 Haziran 2009
MARTI OLSAM
Yok yok yok. Sığmıyorum hiç bir yere. Karşısındaki kadının mavi gömleğine dalıp deniz hayali kuran birinden başka birşey beklemek mümkün mü zaten? Tepemde bir sürü serçe var. Elimde Livaneli'nin Son Ada'sı. İçinde ya da dışında ada lafı geçti mi tıpkı bir mıknatısın etki alanındaki toplu iğneye benziyorum. Tırnaklarımı kemiriyorum kitabı okurken. Herkes herkesi kıskanır da hangi sersem benim gibi o kitabın içindeki hayali adayı, oradaki küçük evleri, martıları, martıların geceleri verandada çıkardığı sesleri, o insanların giydikleri ütü istemeyen kıyafetleri, herhangi bir kurumla en ufak bir bağlantısı olmadan yaşamayı, kurallardan yoksun olmayı, o gölgeli yolda yürümeyi, koylarda yüzmeyi, kendi halinde geçen günleri kıskanır? 15 Haziran 2009
NE KİTAPSIZ NE KİTAPSIZ
Bazı kitaplar dışı parlak ama tekerleği olmayan arabalara benzerler. Kapısını açar binersiniz, aklınızda başka dünyalara gitmenin hevesi, midenizin tam üstünde tarif edemediğiniz bir heyecan. Bir süre oturursunuz içinde. Pencereden görünenin hiç değişmediğini, öldürallah bir adım yol alamadığınızı farkedersiniz bir süre sonra. Ama bazı okurlar inatçıdırlar. Pencereden görünenin değişmemesine, kapalı camlar ardında kan ter içinde kalmalarına ve uzun zaman orada öylece oturuyor olmalarına rağmen inatla belirlenen süreyi doldurmaya çalışırlar. Çünkü onlar asla yarım bırakmaktan hoşlanmaz bunu hem kendilerine hem de içinde bulundukları o tekerleksiz arabaya ihanet olarak görürler.13 Haziran 2009
GERÇEK
Tıpkı bir avcıya benziyorum böyle zamanlarda. Nasıl ki bir avcı kendini o koca şehrin gürültüsünden kurtarıp dağlara, deniz kıyısına vurur sessizliğe kavuşur, bir nevi ruhunu doğanın içine katmaya çabalarsa, ben de ofisin o herşeyden, hatta hayattan bile, yalıtılmış havasından kurtulup bahçede buluyorum kendimi. Avcı ile aramızdaki tek fark şu: ben kimsenin canını almıyorum. Amacıma kan bulaştırmıyorum. Tam aksine başka hayatlara ucundan kıyısından karışıp birken beş oluyorum. Ne ellerimde çaresiz bir kuşun kanlı bedeni ne de can havliyle birazcık ama birazcık daha yaşamak için çılgınca çırpınan bir balığın minik bedeni... Ben yalnızca bakmakla yetiniyorum. İnsanlara, sözcüklere ve onların oluşturduğu neredeyse gerçekdışı hayata. Sadece hikaye avlıyorum ben. Başka birşey değil...12 Haziran 2009
ORADA
Küçük bir pencere. Kareli ve dantelli perdeler.Tahta mutfak dolapları. Kenarları papatya desenli tabak ve kaseler. Bir kaç bardak, bir kaç çatal, kaşık. Tahta bir masa, uzunca bir bardak içine ıslanmış kır çiçekleri, çiçekli elbiseler, kısa lüleli saçlar, lacivert emaye bir çaydanlık, kışın odun sobası, kitaplar, kitaplar ve kitaplar, çam ağaçları, meşeler, adını bilmediğim diğer ağaçlar, pencereden bakınca kimi zaman karlı kimi zaman güneşli yeşil tepeler ve tadına doyulamayan bir sessizlik...10 Haziran 2009
SUS LÜTFEN
Gün boyu herkes konuştu ben dinledim. Tek kelime etmedim. Çok gerekmedikçe "evet" ya da "hayır" bile demedim. İnsanın böyle zamanları olur. Hiç konuşmak istememekle kalmaz kimseyi de dinlemek istemezsin. Hatta kafanın içindeki o ses bile susar ama insanlar asla...Biri geldi. Hiç tanımadığım insanlar hakkında olur olmaz şeyler anlattı. Dinledim. Başkası gelip hayatından yakındı. Onu da dinledim. Bir diğeri hiç de komik olmayan bir fıkra anlattı. Gülümsedim. Başka bir zaman olsa üzülmesin diye gülmeye çalışırdım ama elimden gelmedi. Sabahtan akşama kadar masamın önünde birbirlerine hiç ama hiç benzemeyen insanların birbirine hiç ama hiç benzemeyen sözcüklerini dinledim.
Akşam olduğunda yorgundum. Odama gidip sessizce oturdum. Tüm gün hayalini kurduğum sessizliğin içinde mutluluktan ölebileceğimi düşünürken kapı çaldı. Beklenmeyenler içeriye buyur edildiler. Biriktirdikleri tüm sözcükleri halımın üzerine kustular da kustular. Neden konuşmadığımı sordular. "Yorgunum" dedim. Aslında "bugün gerçekten konuşmak istemiyorum." demeliydim ama açıklama isterler diye korktum. Öyle ya bu cümleyi sarfetmek demek ardından onlarca soruya onlarca kelime ile cevap vermeyi sürüyüp getirecekti, ki o an en son istediğim şey buydu.
Herkes gitti. Halının ve masanın üzerine kusulmuş kelimeleri orada öylece bıraktım. "Artık daha da yorgunum" dedim kendi kendime. Ben ki sözcüklerin insana verilmiş bir armağan olduğunu düşünürdüm, işte tam o anda o kusulmuş sözcüklere bakarken, o cümleyi şöyle değiştirdim: "Sözcükler insana verilmiş armağanlardır evet. Ama sadece bazıları o armağanı uygun zamanda uygun kişilerin yanında açmayı becerebilirler."
FOTOĞRAF: Life
09 Haziran 2009
SAÇMALAYABİLİRİM...
Saçmalayabilirim. Hem de aklının almayacağı kadar saçmalayabilirim. Üstelik saçmaladığım sırada tüm söylediklerim bana dünyanın en mantıklı sözleri gibi görünebilir. Sen şaşkın şaşkın bakarken ben de sana şaşkınlıkla bakarım. Sen nasıl böylesi saçmalanabileceğine akıl sır erdiremezken ben bu kadar açık ve net olanın senin tarafından anlaşılamamasına şaşıyorumdur tam aynı dakikada çünkü. Dedim ya saçmalayabilirim ve saçmalıyorken kendi saçmalama sınırlarımı kat be kat aşmış olabilirim. Sen aldırma bana...08 Haziran 2009
GİZLİ SAKLI
Sizi bilmem ama ben yazdıklarımı yakınımda bulunan pek çok insandan gizliyorum. Bu ilk başlarda bilinçli yaptığım birşey değildi. Biraz utanıyordum yazdıklarımı göstermeye, belki yüzlerindeki ifadeyle yüzleşememekten korkuyordum belki de sırf beni sevdikleri için beğendiklerini söylediklerini düşünmekten... Çünkü, biliyordum dostların çoğu zaman incitmemek, kırmamak gibi duygularla biçimlenip sözlerini bu süzgeçten geçirdiğini. Ve yine biliyordum ki bunda yanlış olan birşey yok çünkü insan ilişkileri sandığımızdan çok daha kırılgan. Belki ben de öyleydim. Fakat bazen dürüstlük ilk başta can yaksa bile uzun vadede daha değerlidir. Bu yüzden adlarını bilmediğim yüzlerini görmediğim insanlara yazmayı yeğledim. Ne de olsa onların ne böyle bir kaygıları olurdu ne de bana duydukları bir gönül borçları. Yazdıklarımı beğendiklerini söylerlerse onlara güvenebilirdim. Beni kıyasıya eleştirdiklerinde bunu bana düşman olduklarından değil de sahiden bir hata yapmış olduğum için yaptıklarını bilirdim. Ve böylece objektif bir gözün gördükleriyle kendimi değiştirebilir tamir edebilirdim. Kısaca, sözcüklerimi gönül rahatlığıyla yabancı insanların kucağına bırakmayı seçtim. Kısaca, şimdi ise bile isteye saklıyorum yazdıklarımı yakınımdakilerden. Çünkü, eğer onlar okursa özgür olamamaktan korkuyorum. Ne de olsa yazdıklarımın çoğu onlardan izler taşıyor. Kimi zaman kızıyorum yaptıklarına kimi zaman şaşırıyorum kimi zaman gülüyor kimi zaman da hayranlık duyuyorum. Hayranlığımın okunmasında hiçbir sakınca yok elbette. Bunu zaten dile getiriyorum. Fakat bazı kızgınlıkları onları incitmeden ya da kırmadan dile getirmek mümkün olmuyor. Uygun zaman uygun yer ve uygun örnek gerekiyor konuyu enine boyuna anlatabilmek için. Haklılık duygusunu tatmak için söylemediğimi bilmeleri ve bana gerçekten inanmaları gerekiyor. Oysa öfkeliyken insan bu kadar sakin düşünüp sözünü tartacak soğukkanlılığı bulamıyor çoğu zaman. Ama öfke içinde büyümesin diye onu bir yere dökmek de gerekiyor. İşte yazı bu noktada kurtarıyor insanı. Kimi zaman karşında öfkelendiğin insan varmış gibi yazıyor, sözünü sakınmadan söylüyorsun. Bu biraz da öfkenin korları üzerine soğuk sular serpmeye dinginleşmeye o yakıcı öfkeden arınmaya yarıyor.
07 Haziran 2009
GÜRÜL GÜRÜL AKAR HAYAT...
Dışarda gürül gürül akıyor hayat. Akıyor mu sahi? Yoksa tüm bu sesler akamayan hayatı akıyor sananların sesleri mi? Hem akıyorsa bile nereye akıyor? 06 Haziran 2009
İNANÇ
Bahçenin tam ortasında duruyoruz. Her yan papatya. Gördüğüm en güzel köylerden birinde, tam tepeye kurulmuş bu evde ne kadar mutlu olunabileceğini düşünüyorum. Evin sahibi kadına da söylüyorum bunu. Kadın: "Gızım zor zor burda yaşamak. İki gün dayanaman sen." diyor. Muhtemelen haklı. Dimdik duran bir kadın bu. Ellili yaşlarının başında ama dimdik duran bir kadın. Hızlı hızlı yürüyor.Öyle hızlı ve çevik ki insan ona bakarken başı dönüyor. "Sen burda dur da ben şu ineklere su verip geleyim." diyor. Onu uzaktan izliyorum. Sabahın köründe uyandığı ve gecenin geç saatlerine kadar çalıştığı günleri olmalı. Ve söylediğinde çok daha zor bir hayatı...Tam dört tane inek var. Bir köpek ve bir de kedi. Sayamadığım kadar çok tavuk. Gelişigüzel dikilmiş zeytin ağaçları ve güller var bir de. Yeniden yanıma dönüyor. Papatyalara bakıp "ne güzeller" diyorum. İnekler yiyormuş papatyaları. "sütleri burcu burcu kokar papatya yedikleri için" diyor. "Aslında" diyorum "papatyaları kurutup çay yapıyorlar. Gece uyumadan önce bir fincan içersen rahat huzurlu uyursun. Ben de kışın hep içtim." Kadın şaşırıyor. "Ben" diyor "hiç rahat uyuyamıyom. " Başlıyor geçen gün gelen kadını anlatmaya. "Garı geldi. Deyze dedi şu papatyaları alayım mı dedi. Gız al nolacak dedim. Heee bir sürü var zatı. Alsın nolcak. Allah'ın verdiğini guldan mı sakınacam de mi gızım? Poşetlere doldurdu aha şu yamaçtakinin hepini yoldu götürdü. Demek ki o garı da ondan toplamış." Sonra papatyalara bakıp bir süre susuyor. "Gız essahtan iyi gelir mi? Rahat uyur mu insan içince?" Gülümsüyorum. "Ben geçen yıl hep içtim." diyorum "rahat rahat uyudum." Sonra düşünüyorum. Belki de ben buna inandığım için öyle uyumuşumdur. Varsın o da inansın içsin ve rahat uyusun. Hem ona bir zararı olmaz ardı ötesi bitki çayı değil mi? "Ama" diyorum "çok fazla içme. Küçük bir fincan yeter. Bitki çaylarını çok içmek zarar verirmiş." Başını sallıyor. "Gızım" diyor "fincanınan içmesem de çay bardağıynan içsem olmaz mı?" "Olur olur" diyorum "ben sadece miktarı anlatmak için fincan dedim." Seviniyor. "Ben bunların hepini toplar guruturum şindik" diyor. "Rahat rahat uyurum. Gızım gurban olurum sağolsasın." "Sen sağol" diyorum.
Bu kez bahçede eşinen tavukları kovalamak için yanımdan uzaklaşıyor. Aklıma babaannem geliyor. Erkek kardeşimle birlikte baş ağrısı ilacı olarak ona verdiğimiz kırmızı bonibondan sonra "o ilaçtan alın bana başka ilaç istemem. Bir tek o kesiyor ağrılarımı" diye tutturmuştu. Bir ilaç kutusunun içine bonibonların kırmızılarını seçip doldurmuştuk. O zaman anlamıştım inancın insan vücudunun tek ilacı olduğunu.
O papatya çayı konusunda onu yeterince inandırabilmişsem eğer artık rahat uykuları olacaktı. İçten içe sevindim. Bitkilerin çok fazla tüketilmediği takdirde insana zarar vermeyeceğini biliyordum bilmesine ya yine de biraz araştırma yaptım ve o kadına verdiğim bilginin yanlış olmadığını görünce rahat etti içim. Papatya hakkında şu söyleniyordu: " Papatya çayı, sizi yatağa huzurlu bir şekilde yatıracak bir çay. Sakinleştirici özelliği sayesinde papatya çayı, kaygılı ve sinirli bir bünyenin en iyi panzehiridir."
Fotoğraf: Bilim ve Sağlık
04 Haziran 2009
ZAMAN
"Manyak tomiiiiiz"03 Haziran 2009
KEDİ HİKAYELERİ
Kedi kelimesinin bir büyüsü olduğuna karar verdim bu sabah. Çünkü ne zaman biri kedilere dair birşey anlatsa orada bulunan herkes ama herkes istisnasız bir kedi hikayesi anlatıyor.02 Haziran 2009
ÜÇÜNCÜ SAYFA
01 Haziran 2009
BEN SANA DEMİŞTİM...
Sevgili Günlük
Her yılın başında günlük tutmaya başlarım ve öyle kararlıyımdır ki neredeyse iki elim kanda olsa yazacağıma inanırım. Aradan on beş gün geçe...
-
Her yılın başında günlük tutmaya başlarım ve öyle kararlıyımdır ki neredeyse iki elim kanda olsa yazacağıma inanırım. Aradan on beş gün geçe...
-
Biriyle bir süre sohbet ettiğinizde onun sosyal medyada ne tür hesapları takip ettiğini anlayabiliyorsunuz. Mesela annem, size meyve kabukla...
-
Ölüm üzerine uzun uzun kafa yormaya 2010 yılının 4 Ağustos günü başladım çünkü o gün babam öldü. Öyle birden bire, hiç bir işaret vermeden, ...