
İşte bu yüzden kendi hayatlarımızı bunca dramatize etmek bir nevi kör etmektir kendini. Her boşluğu yara sanıp akan kandan bayılmaktır çoğumuzun yaptığı. Oysa o boşluktan bakmaya cesaret edendir tek öğrenen hayatın özünü. Ve yine o cesur kişidir o boşlukları bir daha açılmamacasına tıkayan.
Ama insan bayılır kendi kanıyla büyülenmeye. Kederin o kekre tadını yudum yudum içmeye bayılır. Bu yüzden boşluk falan görmez. Acının aktığı her yara önünde tapınır saygıyla da aklını başına devşirmeyi hiç akıl etmez.
Ben de yarı kör yarı deli dolandım uzun zaman. Boşlukları yaralarım sandım. Kendi kanıma bakakaldım. Kıpırdamadan öylece, ne aptallık. Daha sonra hatırlamayacağım günler yaşayıp adına utanmadan "hayatım" dedim. Kim bilir dışardan bakana ne kadar da gülünesiydim. Zaman geçti, ben büyüdüm. Büyümekle kalmayıp ihtiyarlama yolunda adımlar atmaya başladım. Bütün bunlar olup biterken dönüp ardıma bile bakmadım. Hayatının muhasebesini yapabilen o cesur adam ve kadınlardan olmayı başaramadım hiç. "Yaşadım, geçti." dedim. Oysa geçmiş geleceğin hücreleriymiş bilemedim. Oysa bunu bilebilmek için durmalı ve soluklanmalıymış insan...
Şimdi şu öğle güneşi altında nereden geldiğini bilemediğim bir cesaretle dururken anladım pek çok şeyi. Anlamak değil de sezmek diyelim adına. Bunca dramatize ettiğimiz hayatın bizi nasıl körleştirdiğini, o yara sandıklarımızın aslında verilmiş birer armağan olduğunu, akıl ve kalbi birbirine yoldaş eylediğinde hayatın sanıldığı kadar acı vermediğini ve iyi yaşanmış bir hayatın ancak er ya da geç öğrendiğin bu bilgiden geçtiğini... Evet anlamak demeyelim de sezmek diyelim biz buna. Anlamak söz vermektir çünkü bir nevi bir daha asla öyle olmayacağına. Sezmek ise daha belirsizdir. Ve bilindiği üzere belirsizin asla garantisi yoktur...
Fotoğraf: Life