Kucağımda Ay Sarayı, elimde sigara ve hemen yan tarafımda yarısı içilmiş bir bardak çay var. Fogg'un askerde çürüğe ayrılmasına sevinen komutanın sözlerini okurken birden birşey oldu daha cümleyi bitirmeden duraladım. Yorgunluktandı belli ki. Başımın yan tarafını zonklatan ağrıyı dinledim bir süre. Bir süre de ağzımdaki sabun tadıyla meşgul oldum. Bu tadı aklın içindekileri temizlemem gerektiğinin bir işareti olarak yorumlayıp, sessiz uzanan geceye bakıp iç geçirdim. Sonra sızlayan ayaklarıma bakarken, gün boyu bu kadar koşturmacanın içinde savrulmayı mı, yoksa aylak günlere uyanmayı mı tercih edeceğim konusuna kafa yordum.
Benim günlerim koşturmaca, acele içinde geçiyor ve yapmam gereken şeyler bir türlü yetişmiyordu. Kendimi yitiriyor, düşünmeye bile vakit bulamıyordum çoğu zaman. Bu iyi miydi kötü mü? Sonra işsiz geçirilmiş zamanlarım geldi aklıma. Öyle uzun bir zamandır koşturmaca içindeydim ki aylak geçen zamanların nasıl olduğunu anımsayamıyordum bile. Hafızamı zorlayıp, o ne yapacağımı bilmediğim günlere nasıl uyandığımı hatırladım. Ve o günlerdeki kafa karışıklığını, tembelliğin nasıl kanıma yayıldığını, rehavetimin içinde kaybolup giden halimi, kendimi nasıl didik didik edip ne saçma sonuçlara vardığımı,daha buna benzer pek çok şeyi... Ve şimdiki, bu herşeyin içinde yitip gitmiş halimin aslında bana nasıl bir armağan olduğunu farkettim, bu düşünceyi garipseyerek.
İnsan böyleydi. Kim olduğu farketmiyordu. Hayatını dolduran bir meşgaleden yoksun olduğunda aklı ona oyunlar oynuyor, kendini dinliyor, dinliyor, dinliyor ve dinlemekle kalmayıp hırpalıyor, ipe sapa gelmez düşüncelerden kurtulamıyor, kafasının içinde bastırıp durduğu üzüntüler böyle zamanlarda gün yüzüne çıkıyor ve herşeyi daha da dayanılmaz kılıyor, bazen kendisine acıyor, daha da ileri gidip ağlamaklı oluyor, hayatın hiç bir zaman ona istediğini vermediği gibi ahmakça bir nankörlük içinde yüzüyor ve daha binlerce kötü düşünce tohumu böyle zamanlarda aklının içinde patlıyor, tıpkı zehirli sarmaşıklar gibi tüm beyninin kıvrımlarını sarıp onu kör ediyordu.
İşte tüm bunlar yüzden, gün boyu beni bu aptalca düşüncelerden koruyan işimin, okumak için yığılmış bekleyen kitaplarımın, elimdeki film listelerinin, buluşmak için plan yapılan arkadaşların hayatımda var olan ve asla zamanında yapamadığım herşeyin, sızlayan ayaklarıma rağmen, ağrıdan patlayan gözlerime rağmen, kafamın yan tarfında zonklayan acıya rağmen aslında hiç de o kadar şikayet edilecek bir yanı olmadığını farkettim. Ve beden yorgunluğunun aklın içinde büyütülen o zehirli tomurcuklara bin kez yeğ tutulması gerektiğini...
Sağacak inek lazım sana gayrı.. =)
YanıtlaSilNasıl oluyo da böyle oluyo bilmiyorum ama yine haklısın :)
YanıtlaSilYoğunluğum nedeniyle epeydir yazılarını okuyamıyordum. Bir uğradım, dumanı tüten mis gibi bir kahve tadındaki yazını okudum. Yine güzeldi, yine gerçekti, yüreğine sağlık. Ve sevgiler
Ne gariptir ki, insan her zaman kendinde olmayani özlüyor. Isin cok oldugunda aylakligi, aylak oldugunda kosusturmayi özlüyoruz. Dengesiziz biz dengesiz:))
YanıtlaSilBu güzel sabaha insallah ayaklarinin sizlamasi dinmis, bas agrin gecmis olarak uyanirsin:))
GÜNAYDIN güzel kedim:))
BUZCEVHERİ: Benim en kısa zamanda o çiftliğe taşınmam lazım Cevherim. Kahyalık teklifim hala geçerli :) İneklerle sen ilgilen :)
YanıtlaSilHEP: Çok teşekkür ederim :)
BELGİN: Bu kesinlikle doğru. Biz hep kendimizde olmayanı özlüyor ve bu yüzden de asla huzur bulamıyoruz. O huzur anları kısacık, sadece elimizdekinin değerini bildiğimiz zamanlarda var oluyor.
Sana da günaydın Belginciğim :)
Söylediklerine katılmamak elde değil.
YanıtlaSilÇok doğru kediciğim ne güzel yazmışsın yine.
YanıtlaSilSevgilerimle...