"Haydi gidelim" diyor "biraz vakit öldürürüz." Şaşkınlıkla bakıyorum. "Neden?" diyorum sonunda. "Ne neden?" diye soruyor. "Neden vaktinizi öldürmek istiyorsunuz?" Şaşırma sırası onda. Belli ki farkında bile olmadan söylediği bir cümle. "Şeyyy..." diye kekeliyor. Gülümsüyorum. "Canınız mı sıkılıyor?" "Evet" diye cevap veriyor sanki imdadına yetişmişim gibi.Bu iki cümleyi hiç ama hiç anlayamadığımı ve anlayamayacağımı düşünüyorum . "Biraz vakit öldürürüz" ve "canım sıkılıyor." diyen insanları da. Öyle ya bir insanın ömrü en fazla 100 yıl. O da sigara ve içki içmezsen, stressiz bir yaşam sürersen, kentten uzakta yaşarsan, sağlam genlere sahipsen, bilgisayar ve cep telefonu kullanmıyorsan, yoğurt, süt, peynir, pekmez gibi besinler her daim sofrandaysa, bir bahçen ve hormonsuz gıdaların varsa, bir kazaya ya da serseri bir kurşuna kurban gitmeyecek kadar şanlıysan en fazla 100 yıl. Haydi şunu 120 yapalım ya da 130. (Eğer Çinli ya da Japonsan ve yağsız pirinçle besleniyorsan.) Bir insan için 100 yıl nedir ki? Bir insanın yapabilecekleri için 100 yıl nedir? Ve bu adam bana tutmuş "vakit öldürmekten" söz ediyor. Ve bunu da "can sıkıntısı" ile açıklıyor. Olacak iş değil."Teşekkürler" diyorum "Benim öldürecek vaktim yok." Ömrüm kaç yıl acaba? 100 olmadığı kesin çünkü yukarıdakilerin hemen hemen hiç birini yapmıyorum. Yoğurt ve peynir hariç. Dilerim uzun ömürde bu ikisi etkendir.
*****
"Ah tırnağım kırıldı. Of ya of of of..." Yarım saat boyunca tırnağını kemiriyor. "Tükrüğün tırnağın çabuk uzaması için yararlı olduğuna dair bilimsel bir bilgi mi var?" diyorum. Kırık tırnağın buruşturduğu suratıyla "nee?" diyor. "Yok birşey" diyorum. Bir kırık tırnak için bu kadar kahrolan birine söylediğim cümleye bak. Her gün binlerce insan ölüyor. Binlerce. Ama kırık bir tırnağın arkasından vahladığı kadar onlar ardından vahlamıyor büyük bir ihtimalle. Zaten haberleri izlemiyormuş öyle diyor. Bu kadar iç karartıcı habere yüreği dayanmıyormuş. Haklı kadın. Bir tırnak için bu kadar canı yanan haberleri izleyince kalp krizi geçirir. Vah ki vah...
*****
Elmayı çekirdeklerine kadar yiyor. Geriye sadece sapı kalıyor. "Yararlı" diyor "elma çekirdeklerini yemek gerekir." Muhtemelen haklı çünkü sağlık konusunda tüm programları izliyor tüm haberleri okuyor. Masasından "bitkilerin şifası" kitabını eksik etmiyor. Bu onun kutsal kitabı gibi.
İşin ilginç yanı tüm bunlara rağmen her gün yeni hastalık belirtileri buluyor kendinde. Sırt ağrısından şikayet ediyor bu aralar. Bilgisayar başında oturmaktan oluyormuş. Haklı. Çünkü aynı dertten ben de muzdaribim. Öğle araları çeşitli hareketler yapıyor. Ben de ona eşlik ediyorum. Hafif öne doğru eğik oturduğumda "dik otur" diyor. Hemen sırtımı dikleştiriyorum ama bir kaç dakika sonra farkında olmadan eski halime dönüyorum. Tıpkı bir kap içine bırakılmış pelte gibiyim. Hemen koltuğun şeklini alıyorum.
Bana gazeteden depresyon belirtilerini okuyor arada bir. Kendisinin depresif biri olduğuna bütün kalbiyle inanıyor. Ne okursa tüm belirtileri ertesi gün gösteriyor. Ona belirtileri değil de tedavi yöntemlerini okutmanın bir yolunu bulmalı.
*****
Bir de felaket tellalımız var ki evlere şenlik. Bugüne kadar ağzından iyi bir haber duyan olmadı. Bu yüzden onu görünce herkesin beti benzi atıyor. Ne korkunç bu durumun içinde olmak. İşin tuhafı felaket olaylarını öyle bir anlatışı var ki sanki bundan tuhaf bir haz duyuyor. Trafik kazaları, ölü ve yaralı sayıları, cinayetler, birbirine girmiş aileler... Herkes içinde bastırılmış bir cani mi taşıyor? Ve bu haberleri verirken yüzündeki bu iştah ifadesi, ellerini ovuşturmasının nedeni ne? Karşısında üzgün yüzler ve dehşet içinde kalmış dışarı fırlamış gözler görmek birine neden haz versin ki?
*****
Her insan ne kadar farklı... Her insan birbirinin gözünde ne kadar da farklı... Ya ben nasıl bir tip çiziyorum onların gözünde. Aksi? Neşeli? Umursamaz? Aptal? Ukala? Sersem? Çalışkan? Tembel? Alıngan? Nasıl biri? Aslında hiç birimiz uzun uzun birbirimiz üzerine düşünmüyoruz da küçük olaylardan birer karakter çiziyoruz birbirimize. Kısa yoldan hemen elimizdeki etiketleri yapıştırıyoruz. Ve yeni birşey olmadıkça güçlü bir rüzgar o etiketleri o adamların kadınların yakalarından düşürmedikçe, yeni etiketler yapıştırmıyoruz onlara.
Vakit öldürmek istediğini söyleyen şu adam mesela. Belki de içinden çıkamadığı bir sorunu vardı ya da unutmak istediği birşey? Belki bu yüzden çıkmak, dolaşmak, mekan değiştirmek istiyordu. O gün bitsin gitsin istiyordu. Aklının içinde içinden çıkamadığı düğümleri çözemiyor, çözemedikçe göğsü sıkışıyor, nefes alamıyor, dört duvar üzerine üzerine geliyordu. Belki o gün için tek istediği, günün bitmesiydi. Gece olsun, yastığına başını koysun deliksiz bir uykuya dalsındı tüm isteği belki. O günü, ömrününün o gününü feda edecek kadar istiyordu belki o vaktin ölmesini. Bilemeyiz ki...
Ya da şu kırık tırnaklı kadın. Belki de tüm günün öfkesini tırnağından çıkarıyordu kimbilir? Kimbilir belki günlerdir haftalardır başında kara bulutlar dolaşıp duruyordu, hayatında herşey ters gidiyordu. Belki hayat ağır geliyordu. Kendi hayatı bile ağır gelirken ona başka hayatların dertlerini taşıyacak gücü bulamıyordu omuzlarında. Belki haberleri izlerken dünyaya dair, hayata dair umutlarının hepsi buhar olup havaya karışıyordu. Ve bu yüzdendi belki o kırık tırnak için bunca üzülmesi. O kırık tırnak tüm kaybettiklerinin bir sembolüne dönüşüvermişti o anda. Patlamıştı içinde kaynayan volkan. Kim bilebilir ki böyle olmadığını?
Ya da sağlık konusunda çok hassas olan genç adama ne demeli? Belki ailesindeki insanları kalp krizinden, kanserden ya da başka ölümcül hastalıklar yüzünden kaybetmişti. Bu yüzden korkuyordu erken yaşta ölmekten. Ailesinin kaçınılmaz kaderine karşı meydan okuyordu belki. Bu yüzden kaderin alnına yazdıklarına, o bilmediği yazgıya karşı savaşıp duruyordu. Bu onun hayatın ona biçtiklerine karşı bir meydan okuma biçimiydi. Olamaz mı?
Ya o felaket habercisi? Onun bu davranışı altında yatan çok farklı bir sebep olamaz mıydı? Olabilirdi elbette. Kaderin hep ona acımasız davrandığını, başına haketmediği şeyler geldiğini düşünüyor olabilirdi pekala. Ve bu yüzden diğer insanların yaşadıkları şanssızlıklar, acılar bir nevi teselli oluyordu ona. Tanrı'nın şansız çocuklarının hikayelerini topluyordu. Kendi şanssız hayatına eşlik eden hikayeleri... Geçmişte pek çok kayıp yaşamış ve zamanında Tanrıya isyan etmiş olabilirdi. Gökyüne doğru çığlık çığlığa bağırmış olabilirdi: "Neden ben?" diye. Bütün bunlar sorusuna cevaptı belki. "Sadece sen değilsin." diyordu Tanrı ona "Başkaları da var." Mümkün değil mi?
*****
İnsanlar aysberg gibiydiler. Görüş alanımızda olan kısmı o insanın bütünü sanmak yanılgısındaydık. Oysa tüm tavır ve davranışların altında tahmin edebileceğimiz ya da tahmini imkansız pek çok neden yatabiliyordu. Her insan üzerine ayrıntılı olarak düşünmek gibi bir lükse sahip değildik elbet. Değildik ama hepimiz yanlış anlamalardadan ya da anlaşılamamaktan da şikayetçiydik. Çoğu zaman verdiğimiz tepkiler, davranışlarımız aslında içimizde olup bitenin yansıması değildi. Çünkü çoğu zaman kendi nedenlerimizden bile haberdar değildik. Boşuna demiyorlardı oysa "insan, kendini insanda tanır." diye. Deniz altında, derinlerde kalmış kütlelerimizi görebilmek için ancak diğer aysberglerin kütlelerine bakmamız gerekiyordu. Kendimizi ancak böyle tanıyabilirdik. Ve böyle bilebilirdik...O kütlelere bakabilen bir göz gerekti bize. Her daim açık, yargılamadan bakan ve karşısındakinin görünenden fazlası olduğunu bilen bir göz...