Annem ekmeğine vişne reçeli sürerken "geçen gün televizyonda bir şey duydum, çok hoşuma gitti" diyor. Ekmeğinden süzülen vişne reçeli önündeki tabakta yakut damlacıklar oluşturuyor. Ne kadar da güzeller. Ben tabağa tüm dikkatimle bakarken "dinliyor musun?" diye soruyor. Evet elbette dinliyorum. "Eskiden" diye başlıyor "insanlar evlerinde hasta ya uyuyan bir bebek varsa, pencerelerine bir saksı çiçek koyarlarmış. O sokaktan geçen çocuklar ve sokak satıcıları o çiçeği görünce seslerini alçaltırlarmış. Bir de o dönemde evler yapılırken komşunun evinin güneşini engellememesine dikkat edilirmiş. Eğer komşuya zarar verecek bir şey olursa gidip onunla konuşurlar ve helallik alırlarmış. Ne kadar güzel değil mi?" Gerçekten çok güzelmiş. "Ben o saksıdaki çiçeklerin sarı çiçekler olduğunu ve hasta olan evlerin pencerelerine konulduğunu duymuştum" diyorum. "Evet sarı çiçek hastalık ve hüznü temsil eder" diyor "doğrudur."
Şimdi birbirimizi zerre umursamadığımız bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü hayatımızın merkezinin "ben" olması gerektiği ile büyütültük. Kişisel gelişim kitapları bize bunu öğretti. Reklamlar kulaklarımıza bizim dünyanın en mühim insanı olduğumuzu ve doğal olarak herşeyin en iyisini hak ettiğimizi, önce kendimizi ve belki de sadece kendimizi düşünmemiz gerektiğini fısıldayıp durdu. Ne olmasını bekliyorduk ki?
Kahvaltımızı bitiriyoruz. Ben masayı toplarken annem televizyonu açıyor. Bir yemek programı var. Yemek pişiren kadın öyle benimsemiş ki herşeyi "havuçlarım, kabaklarım, zeytinyağım" deyip duruyor. Bunu uzun zamandır duyuyorum. Bunun anlamı şu olabilir "bunları kendi paramla aldım, dolayısıyla benim kabağım deme hakkım var" Fantastik bir hayal kuruyorum. Havuçların dile geldiğini ve "nereden senin oluyoruz ulan sen mi ektin bizi toprağa, sen mi topladın, hepsini bırak varoluşumuzun sebebi sen misin?" Varmaya çalıştığım nokta şu, sahip olma duygusu her yerde sokuluyor gözümüze. Bu çok saçma. Basit bir yemek programında bile bu mantık akla ziyan. Bizim evde ise olan şu "domatesleri doğradın mı?" "Dolaptan birkaç salatalık çıkarır mısın lütfen?" Annemi şöyle derken hayal edemiyorum "bugün fasulyelerimi pişirdim, yanına da pilavımı yaptım, sen de salatanı yaparsan çok sevinirim"
Biz çocukken babam bize şunu söylemişti "Bu evde ne varsa herkese ait, araba hepimizin arabası, evet onu ben kullanıyorum ama hepimizin. Bu yüzden evimiz, arabamız demelisiniz. Oyuncaklarınızı "benim, senin" diye ayırmayın onlar ikinizin" Oysa şimdi bakıyorum iki kardeş saçma sapan bir oyuncak için birbirine giriyor. Kavgaların temel sebebi "o benim oyuncağımı aldı"
Bana öyle geliyor ki zaman ilerledikçe bizi insanı yapan ne varsa bir bir kaybedeceğiz sırf birşeylere sahip olmak uğruna. Bir sürü saçma sapan eşya ile dolu evlerde kimseye saygı göstermeden ve kimseden saygı görmeden birbirimizi rahatsız ve huzursuz ede ede sahip olduğumuz ama aslında hiç de işimize yaramayan yüzlerce eşya ile çevrelenmiş olarak yaşayıp öleceğiz. Bizi 'ben' duygusu bitirecek sonunda. Biz olmayı başaramadığımız sürece de hayatın ne tadı ne tuzu kalacak. Ve muhtemeldir ki bunu anladığımızda çok geç olacak.
Aslında bir çözümü var bunun. Kendi hayatlarımızda bunu yaşam felsefesi haline getirmek ve bunun çevremizde bir dalga oluşturmasını umut etmek. Ve o dalgaların büyüyüp herkesi kucaklamasını, çünkü "biz" olarak yaşamanın şimdiki yaşadığımız hayattan çok daha güzel olduğunu anlamasını beklemek. Ben iyi ve güzel şeylerin bulaşıcı olduğuna inanıyorum. Çünkü insanın hamurunun her ne kadar bozukmuş gibi görünse de aslında temelde iyi olduğunu düşünüyorum. İçimizde bir yerde gizli bir iyilik özleminin uyuduğunu biliyorum.
Henüz geç değil.
Henüz geç değil.
fotoğraf: Pinterest