Bu sabah öfkeden kaskatı kesilmiş o adamı yumuşak bir hamura dönüştüren kelimeleri söyledikten sonra farkettim kendi öfkemden uzun zaman önce arınmış olduğumu. Tıpkı ben de onun gibiydim. Tüm bu nezaketsizliklerle başa çıkamaz öfkeden çılgına dönerdim. İnce davranırsan ince davranılır sanırdım. Ve ince olmak, nazik olmak herkesin çok kolay başarabileceği birşey... Ama öyle değildi. İncelik herkesin aklında başka bir form buluyordu. Ve ne yazık ki bu formlar çoğu zaman birbiri ile hiç benzeşmiyordu.
Tüm bunlara kafa patlata patlata uzun zaman öfkeli öfkeli dolaştım. Kendi öfkemin kılıcıyla kendimi kesip doğradım. Küçük parçalara ayırdım. Ve o parçaları yeninden birleştirmek için yürüdüğüm yolları gerisin geri dönmek zorunda kaldım. Ve bütün bunlardan yorulunca anladım ki ne öfke birşeyleri değiştirebiliyor ne de ben o öfkeden sonuç elde edebiliyorum. Tam aksine herşey daha da karmaşıklaşıyor ve ben daha da öfkeli oluyorum.
"Neye öfkeleniyorsan onu daha iyi tanı" demişti babam. Haklıydı. Ben insanlara öfkeleniyordum ve asla onları iyi tanımayı becerememiştim. Onlara bakmayı bilmiyordum. Sorun yarı kör olan gözlerimdeydi belli ki. Belki göz kapaklarını biraz kaldırırsam o zaman hem onları tanır hem de bu öfkeden sıyrılabilirdim. İşte o zaman belki nefes alırdım.
Şimdi tanıyor muyum insanları? Bunu kesin bir "evet"le cevaplamak imkansız. Ve yine aynı kesinliği "hayır" cevabı için kullanmak da... Sadece onlara bakıp oldukları gibi kabul etmeyi denemek diyelim biz bunun adına. Doğrularımızın kesişmediği durumlarda onların doğrularına karşı çıkmadan önce daha derinden anlamaya çalışmak ya da...
Ne derler: "Eğer gittiğin yol bir yere çıkmıyorsa geri dönüp diğer yolu denemelisin." Benim yaptığım da bu galiba. Öfkeninin sıcak taşları üzerinde yürümekten vazgeçmek ve diğer yolun taze, sakin havasını uzun uzun solumak...
Resim: Delacroix