T. yatağının üzerinde oturuyor. Elindeki kahve fincanını evirip çeviriyor. Tüm kadınlar gibi o da komik olduğunu, saçma olduğunu bile bile o minicik fincanın içinde bir umut kırıntısı arıyor. Bir küçük kalp mi o? Ah belki yeni bir aşktır. Harf çıkmış mı? Şurada bir harf var ama M mi yoksa N mi bilemedim. Ay hadi inşallah.
İnsanın, kahve falına eğilmiş, hevesle umut arayan bir başa sarılası geliyor. Her gün, içimizdeki umut filizlerinin hoyrat eller tarafından kırıldığı bir dünyada, birbirimizi şefkatle sarmalamazsak nasıl duracağız ayakta? "Amaaan boşver" diyor fincanı kenara koyarak. Nasıl da kırılgan bir şey şu umut.
Neden yatağa oturmadığımı soruyor. Omuz silkiyorum. Orası onun uyuduğu yer, nasıl oturayım? "Bir şey olmaz" diyor. Geçip yanına oturuyorum. İçeriden annem ve teyzemin sesleri geliyor. "Ay abla orası güneş çok sıcak gel sen buraya otur" ya da "pencereyi kapayayım mı rüzgar rahatsız ediyor mu?" ve buna benzer bir dolu seni rahat ettiremezsem gözüm açık gider vallahi cümlesi. Annemse teyzemin rahatsızlığından rahatsız. "Rahat ol keyfine bak böyle iyiyim" gibi bir şeyler söylüyor onu durdurmak için ama ne mümkün. Bizim aile üyelerimiz, evine geleni rahat ettirmek için seferber olma misyonunu yıllarca taşıdı, şimdi mi bırakacak?
T.'ye "biz de mi böyleyiz kızın ya" diyorum. Ne de olsa böyle şeyler anneden kıza geçiyor. "Bence böyle değiliz, biz birimizi rahat bırakıyoruz" diyorum. Karşı çıkıyor, biz de aynen böyleymişiz. Örnekler veriyor. Benim odama geldiğinde, benim "şöyle otur, orada rahat mısın, çay iç içmeyecek misin o zaman kahve yapayım, ama hiçbir şey içmedin, olmaz ki böyle" gibi cümleler kurduğumu söylüyor. Düşünüyorum. Aslına o da bana aynısını yapıyor. Anneden kıza genler hiç şaşırmadan sürüp gidiyor.
"Biliyor musun" diyorum, "bu kadar inceliklerle dolu bir ailede büyümek aslında hiç de iyi değil. İnsan bunu normal sanıyor, ki aslında olması gereken tam olarak bu olmasa da biraz hafifletilmişi belki, dışarıda da insanlardan aynı nezaket ve inceliği bekliyor. Elbette kimsenin kendisinden önce bizi tutmasını beklemiyoruz lakin bir teşekkür etmeyi, özür dilemeyi, zahmet oldu demeyi bile bilmeyen buna gerek duymayanların olduğu bir dünya var. Ve er geç o dünyanın içine bir şekilde girmek zorundayız. Şimdi söyle böyle bir iç dünyadan öyle bir dış dünyaya geçmek için hayli çaba gerekmiyor mu? Zira biz dışarıdaki insanlara da aynı muameleyi yapıyoruz zannımca. Hatta belki bazılarını delirtiyor bile olabiliriz rahat ettireyim derken" İkimiz de gülüyoruz. Biliyoruz zaman zaman insanları nasıl daralttığımızı ve bunun adına da misafirperverlik dediğimizi.
Başını sallıyor. Birbirimize etrafımızda gördüğümüz nezaketsizlik örneklerini anlatıyoruz. İşin tuhafı bütün bunlara hala alışamamamız ve kabullenemiyor oluşumuz. İnsan kafasının içinde doğru bir dünya yaratmış ve o doğru dünya hasbelkader ailesinde var olmuşsa ya da belki ailesinde bu dünya var olduğu için onu doğru sanıyorsa, dış dünya ona pek de kabul edilebilir gelmiyor galiba.
Bir süre susuyoruz. Herkes kendi alemine dalıyor. Ben instagramda dolaşıyorum o telefonunda bir şeylere bakıyor. Bu arada muhtemelen o da benim gibi az önce konuştuklarımız üzerine düşünüyor.
"İşte bu yüzden" diyorum pat diye "her eve dönüşümüzde kaslarımız gevşiyor ve huzur hissediyoruz. Ve hepimizin diline "insanın evi gibisi yok" cümlesi pelesenk..." Ailesinde el üstünde tutulan iki şımarık olarak gülüyoruz. "En azından birbirimizi şımartalım" diyor. Bence de... Zira dışarısı çoğu zaman ağzımızı burnumuzu kırmakta pek bir mahzur görmüyor.
Resim: Edward Hopper