Bazılarımızın eşyaya garip bir sadakati var.(varmış daha doğrusu. Çünkü bunu ben de henüz keşfettim.) Dün akşam yeni bilgisayarım kucağımdayken benim emektar boynunu bükmüş gibi geldi bana. Elimdeki nesnenin parlaklığıyla kamaşan gözlerim bir an sonra utançla doldu. "Abartma o sadece bir eşya" dedim kendi kendime ama aslında o sadece bir eşya değildi.(değilmiş daha doğrusu çünkü onunla olan ilişkime bugüne dek hiç kafa yormamışım.)
Yeni bilgisayar kucağımda eski bilgisayar masanın üzerinde dururken ve ben onun o eski siyah gövdesine bakarken şunlar geçti aklımdan: Onunla uzun zamandır aynı odayı paylaşıyorduk. Ve paylaştığımız şey sadece bu küçük odadan ibaret değildi. Aklımdan geçen pek çok şeyi onun artık basmayan tuşları ile yazmıştım. Öfkemi, sevincimi, kederimi hep ilk o duymuş ve aklının bir köşesinde saklamıştı. Çoğu zaman benim berbat hafızama hınzırca gülüp unuttuklarımı anımsatmıştı bana. Bazen sevinçli haberler getirmişti bazen de acı dolu sözleri... İşte bu yüzden de ağladığımı güldüğümü, sevinçle el çırptığımı görmüştü. Hatta bununla da kalmamış sabah uyandığımda herkesten sakladığım o nemrut ifadeyi hiç tedirgin olmadan ona göstermiştim. Bazen saçma sapan bir şeylerden mutlu olup onun önünde abuk sabukluğundan hiç utanmadığım dansları sergilemiştim. Adamın birine kızmış odanın içinde öfkeli öfkeli konuşmalar yapmıştım bazen, bazen de öyle put gibi bir noktaya bakıp kalmıştım. Kısaca onun önünde hep kendim olmuştum. Ve şimdi tutmuş ona sadece bir eşya diyordum. Oysa kullandığımız hiç bir eşya sadece eşya değildi. Hepsine kendimizden birşeyler bulaştırdığımız şeyler nasıl sadece bir eşya diye tanımlanabilirdi ki? Nefes almıyorlar, konuşmuyorlar, kızmıyor ya da sevinmiyorlar diye ve cansız olarak tanımlanıyorlar diye böyle demek çok da mantıklı değildi.
İşte tüm bunlar yüzünden bu cilalı parlak nesneye odaklanıp eski emektara haksızlık ettiğimi düşündüm. Bir çeşit ihanetin vicdan azabı demeli belki de. Saçma mı? Evet belki. Ama insan ne düşüncelerine ne de hislerine engel olamıyor. Akıl ve ruh saçmalamak konusunda sınır tanımıyor. Bilirsiniz. Sahi bilir misiniz?
Babam kendine yeni, parlak bir araba aldığında ve eski, onu sürekli yolda bırakan arabasını birine sattığında eski arabasının yeşil sırtına elini koyup şöyle demişti: "Bana çok emeğin geçti. O yüzden affet. Ama artık zamanı gelmişti." Evet tam olarak bunları söylemişti. O zaman şaka yapıyor sanmıştım. Ama şimdi anlıyorum şaka yapmadığını. Çünkü ben de az önce onun o ağır ve yaşlı kara gövdesine dokunarak buna benzer şeyler söyledim. Ve eşyaya olan bağıma şaşırarak, odanın içindeki tüm eşyalara sanki ilk kez görüyormuş gibi, sanki nefes alan pek çok varlıkla aynı odada bulunduğumun birden ayırdına varmış gibi bakakaldım...
daha dün okuduğum bi öykü, tesadüf işte, şimdi de senin yazın.
YanıtlaSil---
Yaşar Baba
Onun hakkında rivayet muhtelifti.. "Kore Harbi'nde kafayı yemiş... Gençliğinde Müzeyyen Senar'a tutulmuş, kadın tersleyince hayata küsmüş... Atom Mühendisliği son sınıfı fazla zekadan terk etmiş..." Neydi, nasıldı, bilemiyorum ama, herkes gibi ben de onu tuhaf bir saygıyla karışık, içten içe seviyordum...
Yaşar Baba insanlarla pek konuşmuyordu... Ama diğer "şeylerle" inanılmaz muhabbeti vardı... Onu ilk kez bir kediyle konuşurken gördüm... "Boku pek kıymetli namussuzun, mücevher mi sıçıyorsun lan sen? diye bağırıyordu... Bir daha bu çiçeklerin üstüne etmeyeceksin, yakışıyo mu senin gibi efendi bi kediye... Yazık, kalıbına yazık..." Kediyi "psikolojikman yıkmıştı" resmen...
Sonraları sürekli tamir halindeki yaşlı arabasıyla konuşurken gördüm onu... Arabasına " Kızım, kart kızım benim," diye sesleniyor, saatlerce sitem ediyordu... Allahım, o ne muhabbet... Sanki arabası gerçekten bir kızdı ve onu dinliyordu.
Ara sıra benim de arabayla konuştuğum olmuştur... Kim bilir belki bir kediye de iki çift laf etmişimdir... Ama Yaşar Babanınki bir başkaydı.
Nezih yeminler ediyordu: "Vallaha lan, gördüm oğlum, herif ütüyle konuşuyo... Bizim dükkana tamir için bi ütü getirdi. Kavga etmişler, ütü küsmüş, çalışmıyormuş... Biraz sizde kalsın beni özlesin eşşoğleşek, sonra gelir alırım dedi... Hatta giderken ütüye şööle bi bakıp, 'yanlış yapıyosun oğlum, yanlış' diye homurdandı."
Aklıma, sınavlara girerken kullandığım "uğurlu kalem" geldi... Sıradan bir HB... Ama asla yanımdan ayırmaz, bana uğur getirdiğine inanırdım... Sonra, Çelik İnşaat dersinden sıfır alınca, o kalemi belediye otobüsünün camından tarlalara savurdum... Doğru... O kalemle aramda manevi bir bağ vardı... Hatta onu cezalandırmış bile olabilirim, ama asla o kalemle konuşmadım...
Dedim ya, Yaşar Baba başkaydı... Gece yarıları deli danalar gibi böğüren oto alarmlarını balkona çıkıp tek bir sözüyle durdurabildiğini görenler, İstanbul'a hitaben "Siz çok zarif bir hanımefendisiniz," dediğini duyanlar vardı... Doğrudur, birçok ozan İstanbul'u kadına, kısrağa, bişeye benzetip onunla konuşmuştur... Ama bir ütüyü, bir canavar düdüğünü?.. Bilmiyorum...
Gece... Sarhoş... Üzerine diz çöktüğü kaldırımla konuşuyor... "Bi kere İstanbul'un kaldırımısın... Görmüş geçirmişsin... Kaç ihanet gördün, kaç kalleş çiğnedi seni... Bişeycikler olmaz, hayat beni ezer de, seni anca çiğnediğini zanneder... Otur oturduğun yerde... Kıymetini bil... Asaletin yeter..."
Yanına çöküp bir sigara verdim, yaktı... "Baba, ilerletmişsiniz muhabbeti, ne diyo kaldırım?" dedim... Sustu... "Sen canlı cansız her şeye muhabbeti koyuyorsun, oh ne güzel," dedim... "Gayet tabi... Bazen odunla bile konuşurum ben... Odun gelir, karşıma oturur, konuşurum dinler," deyiverdi... Güldüm... "Ağzına sağlık baba, bizi de odun yaptın ya..." O da güldü... "Onlarla konuşmak lazım," dedi... "Ağaçla, kaldırımla, tankla, tüfekle... Bakalım bu kadar puştluğu istiyo mu onlar! İnan bana, onlar da senle konuşuyor... Ben hepsiyle konuşurum... Bi tek saatle konuşulmaz... Çünkü o durup seni dinlemez... Çok meşguldür... Tik tak... Zamanın burnu büyüktür... Saatlerin hepsi kibirlidir." Sonra sallanarak saatine bakıp "Eşşoğleşşek," dedi... Güldüm... Vedalaştık...
Öldü sonra... Kalp filan gibi bir şey işte... Cenazenin kalktığı gün, çok sevdiği arabasının başına gittim, kaputuna doğru eğilip usulca "Başın sağolsun kızım," dedim... Birlikte üzerine oturduğumuz kaldırıma göz kırptım... Saatime belli etmeden ağladım...
---
Eşyaya karşı duygusal bir bağ geliştirme inan sadece senin yaptığın birşey değil. Bende de , başka bir sürü insanda da aynı şey var
YanıtlaSilAklıma ikea'nın ödül almış bir reklamı geldi. Kadın masasının üzerindeki lambayı evinin dışındaki çöpün yanına koyuyor. Sonra yağmur başlıyor, lamba ıslanıyor, lamba eğiliyor rüzgardan. Arkada çok acıklı bir müzik. Reklamı izlerken resmen lamba için üzülmeye başlıyorsun ki, birden bir adam çıkıp şunu söylüyor: "Lamba için üzüldüysen sen çıldırmışsın demektir, onun duyguları yok ki, yeni olan her zaman daha iyidir" :) Ikea lamp diye arattır
Eşya, Arapça "şey"in çoğuludur. Şey ise mahiyeti bilinmeyen her türlü nesne olabilir. İngilizce "thing"in karşılığı işte.
YanıtlaSilİnsan şeylere bağlanır, çünkü şey cansız olduğu kadar ölümsüzdür de... Zamanın akışı içinde insan yaşlanır, şeyler eskir. İnsan ölür, ama şeyler kalır.
Hiç bir kişi öldükten sonra şeylerinin paylaşılmasına şahit oldunuz mu? Ev, araba, para, pul gibi değerli şeyler özenle paylaşılır, ama ya merhumun yirmi yıllık robdöşambrı, çerçevesi iki yerinden kırık gözlüğü, liseden mezun olduğunda annesinin hediye ettiği dolmakalemi, emektar daktilosu, çalıştığı kurumlardan verilen şiltler, kibrit kutusu ve çakmak kolleksiyonu... Kim neyi alacak, hangi şeylerin taliplisi çıkmayacak, hangileri eskiciye satılacak, hangileri eskicinin bile ilgisini çekmeyip çöpe gidecek...
canlı cansız yeryüzündeki her varlığın bir ruhu olduğuna inananlardanım ben. o yüzden iyi ki vedalaşmışsın eski bilgisayarınla.en azından da az üzülmüştür.
YanıtlaSilGENİŞ ZAMANLAR: Çok hoş bir öyküydü. Çok teşekkür ederim.
YanıtlaSilARRAY: Belki de eşya ile bağ kurmak ölümlü hayatımızı bir nevi köklendirme çabası. Hayatı somutlaştırmak çabası...
COŞKUN HÜRSEL: Ölünün ardından eşyalarının paylaştırılması tüyler ürpertici gelir bana hep. Ve nedense o eşyalara dokunmaya korkarım. Sanki içlerinde ölenden kalan bir şeyler varmış gibi gelir. Anlatılmaz bir tedirginlik hissi bu.
KARA KİTAP: Evet sanırım buna ben de inanıyorum.