06 Ağustos 2021

Ne demeli...




İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından öldürülmüş, bununla da kalınmamış parçalara ayrılmış olabileceği gibi ihtimal aklımızda beliriyorsa ciddi anlamda bir sorunumuz var demektir. Zira gazeteler, sosyal medya bu vahşiliklere dair haberlerle dolu ve o haberlerin ana fotoğrafları da o yavrucakların mutlu zamanlarda çekilmiş fotoğraflarından oluşuyor.

Azra'yı düşünmeden edemiyorum. Hakkında yazılmış tüm haberleri en ince ayrıntısına dek okudum ve okuduğum her şey ama her şey aklımın içinde bir fotoğraf karesi olarak kaldı. Ben bu kadar yandıysam ailesi ne halde hayal bile edemedim. Aklımdan bir türlü çıkmıyor. Azra gibi ne çok isim ve ne çok fotoğraf var kafamın içinde. Eminim çoğu kadının da öyle. 

Söz etmek istediğim vicdansız yorumlardı aslında çünkü eminim bu cinayetin bütün detaylarını çoğunuz biliyorsunuzdur Bir kez daha anlatmanın gereği yok ama şu yorumlarla ilgili konuşmalıyız. Özellikle kadınların yorumları beni dehşete düşürdü, bu kadınlar içinde bir zamanlar genç bir kız olanlar, kız evlat sahibi olanlar, kız kardeşi olanlar illa ki vardır. Bütün bunlara rağmen hala empati kuramayan bu kadınlar bırakın empati kurmayı söylediklerinin merhametsizliğinden utanmayı akıllarına bile getirmeden, "İyi de onun orada ne işi varmış" gibi mide bulandırıcı yorumlarda bulunabilmişler. Durum ne olursa olsun, her ne olursa olsun diyorum bir çocuk hunharca öldürülmüş ve parçalara ayrılmışsa o çocuk ne yaparsa yapsın onu suçlayacak bir şeyi nasıl söyleyebilirsin ki? Hayatını kaybetmiş bir çocuk daha ne verebilir ki bedel olarak. Bu yorumlar şu demek "öyle yaparsan böyle olur işte" İnsanların, kendilerini yüksek ahlak makamı görmelerini hiç anlamadım anlayamayacağım da. Bir ahlaksızlık arıyorlarsa eğer oturup yazdıkları yorumları biraz düşünerek okumalılar bence. O zaman belki asıl ahlaksızlığın nerede olduğunu görebilirler. 

Öfke. Son zamanlar içimde büyüyüp duran tek duygu bu. Geçmiyor çünkü geçmesi için yeniden güzel şeylere inanmak gerekiyor ve bu cehennemin içinde güzel bir şey görebilmek neredeyse imkansız. Geçen gün biri bana "nasılsın" dediğinde "berbat" dedim. "Hayırdır bir şey mi oldu?" dedi "gazeteleri oku görürsün neler olduğunu, her yer cehennem" dedim. "Ha ben de senin hayatında bir şey oldu sandım. Boş ver gerisini" dedi. İşte bu "boş ver gerisini" yüzünden böyleyiz bence. "Boş ver gerisini cehennemin tuğlasıdır. Bunu unutma" demek isterdim ama keyfi çok yerindeydi. Bozmayım dedim keyfi yerinde bir insan görmek, cehennemin ortasında açmış bir gül gibi bazen. Bıraktım o gül kendini yeşil bir çayırda sansın, etrafındaki alevlere kör olsun. Belki de doğrusunu yapan odur, bu da başka bir mevzu, konuşuruz belki bir gün. 

Fotoğraf: Pexels


27 Temmuz 2021

Kimsin sen? Ben kimim?


Hayatım boyunca, başıma bir aksilik geldiğinde, "bu geçerse şöyle yapacağım, böyle yapacağım" şeklinde sözler verip durdum kendime. O yapmayacağım dediğim şeyler hayatımın içinde o kadar uzun zaman yer almış şeylerdi ki elbette o sözlerinin çoğunu tutamadım. Ve bunca yıldan sonra tek öğrendiğim şey "asla kendine bir şeyi yapmayacağım diye söz verme!" oldu. 

İnsanın kendini tanıması da bu zaten galiba. Hayatımız boyu hatalar yapıyoruz, saçmalıyoruz, başımıza iş açıyoruz, çeşitli naneler yiyor ve bütün bunların sonucunda "aaaa ben böyle miymişim? Sakin bir zamanımda olsa asla bu tepkiyi vereceğimi, asla böyle yapacağımı düşünmezdim bile" diyoruz. Ve bu aslında insana kendini tanımanın yanında çok daha önemli bir şey daha öğretiyor; her insan o güne dek karşılaşmadığı ve tecrübe etmediği bir durum başına geldiğinde o anki ruh haline, tecrübelerine, içinde bulunduğu ortama, kendini yetiştirme biçimine ve daha binlerce koşula bağlı olarak tahmin edilemez tepki verebiliyor ve tahmin edilemez eylemlerde bulunabiliyor. Bu ne demek peki? Bu şu demek kimseyi olayın ve durumun tüm detayını bilmeden eleştirmemek gerekiyor. Bütün detayları da bilemeyeceğimize göre...

Eleştirmekten kastım yanlış anlaşılmasın, kınamaktan söz ediyorum, ayıplamaktan söz ediyorum. Geçen gün teyzemin eşi, kurban bayramından bir gün önce bir adamın ikinci el bir derin dondurucu aldığını, bayramda kurban etlerini derin dondurucuya koyduğunu ve ertesi gün etlerin hepsinin bozulduğunu gördüğünü anlatıyor. Hepimiz derin dondurucuyu satan adama saydık döktük tabi. Vay adamın iki kurbanının eti ziyan olmuş da böyle de yapılır mıymış da insanda azıcık vicdan merhamet olmalıymış da herkes birbirini kandırıyormuş da ağzımıza ne geldiyse saydık döktük utanmadan. Sanki ordaymışız sanki olup bitene kendi gözlerimizle şahit olmuşuz gibi (ki bazen insanı o çok güvendiği iki gözü bile yanıltabilir) Sonra birden aklıma şu geldi; bayramdan önce eski buzdolabımızı teyzemlerin alt katına taşımış ve teyzemlere yedek olsun diye oraya koymuştuk. Çalışır vaziyetteki buzdolabı taşınırken ne olmuşsa olmuş birden bozuluvermişti.  İkinci el derin dondurucu satan adamın da pekala başına bu gelmiş olabilirdi. Hatta onu satın alan adam yanlış bir şey yapmış olabilirdi, gece elektrik kesilmiş, tekrar gelince bir şeyler olmuş ve dolabı çalışmaz hale getirmiş olabilirdi, daha binlerce ey olmuş olabilirdi. Utanmalıydık kendimizden. Ve öyle de yaptık.

Tecrübelerden kaynaklanan bir inancım var, ne zaman "bu nasıl olur?" "bunu nasıl yapar?" diye bir soru sorsam her zaman o durumların nasıl olduğu, nasıl yapıldığı hayatımın içinde bir şekilde görünür olur. Nasıl sorusu çok önemli buluşlara imza atılmasını sağladığı kadar birini kınamanın ve ayıplamanın dersini vermek için de evren tarafından pek güzel kullanılır. "Al sana sorunun cevabı" diye bir şamar yiyebilirsin suratına ve ancak o şamar öğretir sana bazen alman gereken dersi. 

Evet ne diyorduk, velhasıl ne kendimiz hakkında ne de başkaları hakkında bir halt bildiğimiz yok aslında. Bakmayın mangalda kül bırakmadığımıza, vay efendim ben asla yapmam, vay efendim bunlar ne biçim insan ben asla öyle olmam falan filan. Walking Dead izlerken anlamıştım hepimizin her haltı edebileceğimizi. Toplum içinde pek saygın olan bizlerin korkunç bir olay ya da durumla yüz yüze kaldığımızda aslında o çok saygın halimizin üzerimizden akıp gidivereceğine pek güzel bir kanıttır o dizide olup biten şeyler. Mesela açlık. Belki şu an elinizde bir fincan çay ya da kahveyle mutfak masanızda oturuyor ve bu yazıyı okuyorsunuzdur. Ya da belki az önce yemekten kalktınız. Belki fırında ocakta yemeğiniz vardır şu an mis kokusu evinizi dolduruyordur. Belki bir pastane ya da kafedesinizdir vanilyalı pasta ve çöreklerin kokusu burun deliklerinizi neşelendiriyordur. Elbet biz yediği önünde yemediği ardında olan şanslı insanlar günlerce aç kalma durumunu ancak "ay yazık insan nasıl dayanır buna" diyerek anladığımızı sanıyoruzdur ya bence hiç anlamıyoruz umarım hiç anlamak zorunda kalmayız. İşte insan böyle durumlarda her şeyi yapabilir. Dünyanın en düzgün adamı çalabilir mesela ki bu durumda onu kim kınayabilir? Hangi insan "olsun en azından onurumla öleyim" diye açlıktan ölürken çalmamayı düşünür? O yüzden hani marketlerden bebek maması çalan adamlar ve kadınlar var ya işte o insanlar konusunda daha uzun düşünmek gerekiyor. Çaldığı mamanın kaç para olduğunu değil de onu neden çaldığını mesela. Bir bebek için nasıl o korku ve utancı yaşamak zorunda kaldığını ya da. 

Biz insanız ve bizden her şey beklenir. Eğer çok ama çok dürüst yaşıyorsak şunu bilmeliyiz ki bu bizim hamurumuzun iyiliğinin, kendimizi iyi ve düzgün yetiştirmemizin yanı sıra başımıza bizi çaresiz bırakacak bir durum gelmediğindendir biraz da. 

Fotoğraf: Pexels

13 Haziran 2021

Pazar Günlüğü

 Bazı şeyleri öyle çok istiyoruz ki içinde bulunduğumuz koşullar içerisinde o duruma uygun olarak en fazla nasıl olabilecekse birden oluveriyor. Son zamanlarda, ofiste masamın başında oturur ve içim sıkıntıdan şişerken hep bir çiftlikte olmanın, bitkiler ve hayvanlarla ilgilenmenin hayalini kurup duruyordum. Yaptığım iş ne kadar basit olursa olsun üşenirken bir çiftlikte yaşasam en ağır işleri bile yapmaktan üşenmeyeceğimden neredeyse emindim. Derdim çalışmakla ilgili değildi çünkü. Zira çalışmayı seviyorum. Derdim inanmadığım, kimseye bir faydası olduğunu düşünmediğim işlere günümün büyük bir bölümünü harcamakla ilgiliydi ki hala bu tür işler gerçek anlamda bana sıkıntı veriyor.


Sonra bir şey oldu. Evden çalış dediler. Canıma minnet dedim. Uzun bir süredir evdeyim. İşimi sanki hala ofisteymiş gibi yapabiliyorum. Ama güzel olan şu ki aynı zamanda küçük bir çiftlik hayatı yaşıyorum. Tam olarak olmasa da yine de o hissi veren bir hayat. Ben şanslıyım çünkü güzel bir bahçesi olan tek katlı bir evde yaşıyorum. Etrafımda çiçekler, ağaçlar, kediler ve tavuklar var. Tavuklarla pek aram iyi olmasa da kedilerle bir aile olduk sayılır. Fındık ve Paspas ki kendileri canciğer kuzu sarması iki dişi kedidir bize tam 5 yavru verdiler. Anneleri ölmüş 2 yetim yavrucak da bu minnoşların arasına katıldı ve sayılar oldu 7. Şimdi usul usul büyüyorlar. Yavrulardan ikisi onları çok isteyen çocukların evlerinde yaşıyorlar ve aldığımız haberlere göre keyifleri yerinde, mutlular. Karadut ki kendisine neredeyse aşıktım ortadan kayboldu. Şimdi Viki, Smokin, Badem ve Cilvenaz bahçede koşup oynuyorlar. Elbette bir de Narin var ki kendisinin kedi görünümünde başka bir yaratık olduğuna dair ciddi şüphelerim var. Slyvester ve Koca Ayak adlı iki kedi daha var ki kendileri muhtemelen Fındık ve Paspas'ın taliplileri. Her sabah kalkıp bahçenin orasına burasına koyduğumuz mama ve su kaplarını dolduruyorum. Bazen Viki'yi (kendisi oldukça uysal) yakalayıp seviyorum. Bacaklarıma dolanan ve en sevdiği şey ayaklarımın üzerine çıkıp oturmak olan Narin'le oynuyorum. Kedilerden sonra bahçedeki çiçeklere bakıyorum. Kimi yeni açmış oluyor, mis gibi kokuyorlar. Sonra odamdaki sukulente eğer o gün su vermem gereken günse su veriyorum. Daha onun bakımının nasıl yapıldığını tam bilmiyorum ama her gün onunla konuşuyorum. Ben hayvanlara ve bitkilere sevgi sözcükleri söylendiğinde bunu anladıklarına ve daha da coşkuyla yaşadıklarına inananlardanım. O yüzden sukulenti öptüğüm bile oluyor. Deli değilim meraklanmayın asıl bitkileri kesip doğrayanlar deli. 

Dediğim gibi insan bir şeyi çok istediğinde olup olabilecek en iyi şartlarda ona kavuşuyor. Eğer bir apartmanda yaşasaydım bunlar yine olur muydu dedim kendime. Evet olurdu. Çünkü muhtemelen balkonu ve evin odalarını bitkilerle donatır, bir kedi ve bir köpekle (belki daha fazlasıyla) birlikte yaşardım. Bence bizim temel sorunumuz kendi doğamızdan kopmuş olmamız. Bu yüzden bu kadar huzursuz ve mutsuzuz. Çünkü tamamen yapay bir dünyanın içine hapsettik kendimizi. Tüm gün telefon ekranı, akşamları televizyon ekranı bir hapishaneden başka nedir ki? Bunu farkettiğimden ve bundan ne kadar bunaldığımı anladığımdan bu yana şimdinin insanları tarafından "eski kafalı romantik seni" diye adlandırabilecek bir biçimde yaşıyorum. Gün doğumu ile uyanıp sabahın o ilk ışıklarının yüzeyler üzerinde oynaşmasını izliyorum mesela, hafif bir rüzgar varsa bahçedeki nar ağacının yapraklarının kıpırdanışına büyülenmiş gibi bakmayı seviyorum. Şanslıyım ki ağaçlar güzel sesli kuşları koynunda saklıyor ve onlar da şarkılarını esirgemiyorlar bizden. Uyuyan yavru bir kediyi, annesinin peşinden koşan civcivleri, büyümüş mü diye her sabah bir bitkiye bakmayı gerçekten seviyorum. Ve telefon ekranından mümkün olduğunca uzak duruyorum. Bütün bunlar benim ruhuma gerçekten iyi geldi. Sanki daha önceden bildiğim ama hayatın akışına kapılıp kaybettiğim güzel duygulara yeniden kavuşmak gibi. Kendi doğana, ait olduğun yuvaya dönmek gibi. 

Bunu yapabiliriz bence. Hepimiz. Nerede ve nasıl yaşadığımız önemli olmaksızın, bir bitki ile birlikte yaşabiliriz, bir kedinin göbeğimizin üzerinde uyumasına izin verebiliriz. İnanın bu öyle güzel bir duygu ki kimse bundan mahrum kalmamalı. Bahçemiz yoksa bir yerlere ağaç dikebiliriz. Biliyorum ve görüyorum ki ve iyi ki pek çok insan bunları zaten yapıyor. Çünkü hepimizin doğası aynı ve hepimiz kendi doğamızdan uzaklaştıkça mutsuz oluyor ve bunu içten içe seziyoruz. Teknolojiden kopalım demiyorum elbette bu zaten artık mümkün değil ama en azından ait olduğumuz doğaya ucundan kıyısından yakın olmaya çalışalım. Daha iyi hissedeceksiniz inanın buna. Bir ağaca sarılın mesela. Delice mi hiç değil. Deneyin görün, (ben çocukluğumdan beri yaparım)  nasıl hissedeceğinizi. Yaşlı ve bilge bir nineye sarılmak gibidir. Sarılın ve gözlerinizi kapayın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. 

Güneşli, huzurlu ve mutlu pazarlarınız daim olsun.

27 Mayıs 2021

Daha fazla utanmamak için...


Çocuklar bahçede bir kedinin peşinde koşup duruyorlar. Pencereden onları izliyorum, kahkahaları şu berbat hayatın içinde yağmurlu havada bulutların arasından sızan gün ışığı gibi, öylesi güzel, öylesi umut verici. Bir an sonra küçük bir erkek çocuk "aşkımmm" diye diye koştuğu kedinin karnına bir tekme atıyor. Zavallıcık bağırarak kaçıyor. Kız kardeşi çocuğa bir tokat atıyor kediye vurduğu için sonra anneleri çıkıp kıza bağırıyor. Kız kendini parçalarcasına çocuğun kediye vurduğunu, bunun doğru olmadığını anlatmaya çalışıyor. Kadın onu dinlemiyor bile. Çünkü o erkek çocuk onun kıymetlisi. O dokunulmaz, o ne yaparsa yapsın başı okşananlardan. Öfkeden deliye dönüyorum. Ne yapmalı? 

Kadın hep aynı. Erkek çocuğunu koruyor, ona kim ne yaparsa kıyametleri koparıyor. Hatta yaşı daha büyük olan kız çocuğuna, oğlu kendi kendine düşse bile bağırıyor, ona dikkat etmediği için. Çocuk ise ona buna sopayla vurmalara, kedileri tekmelemelere, bahçede ne bulursa kırıp dökmelere doyamıyor. Doyamıyor çünkü biliyor ki ne yaparsa yapsın onu koruyan annesi var. Doyamıyor çünkü ne zaman bir zarar verse bir şekilde onaylanıyor. Kadın bir kez bile ona hatalı olduğunu söylemiyor. Küçük prensi suçlu olsa bile dayak yiyen çocuklar işitiyor azarı. 

Hani erkek şiddetinden söz ediyoruz ya inanın bana şiddet gösteren erkeklerin bir bölümü bu tür kadınların eseri. Bu öyle bir kadın türü ki kendini daha baştan erkekten aşağı kabul etmiş, beş yaşında olsa bile bir erkeğin kendisinden ve tüm kadınlardan üstün olduğuna inanmış. Gördüğü şiddetin hayatı doğası olduğunu kabul etmiş bu kadın türü ne yazık ki hayatın doğası olarak bildiği bu saçmalığı çocuklarına öğretmekle de kendini yükümlü görüyor.

Bu demek değil ki şiddet gösteren erkeklerin sorumlusu sadece anneleri. Hiç de değil. Zira o erkek büyüyor, eğitim alıyor ve eğer varsa (ki bence herkeste yok) vicdanı ve merhametiyle düşünmeyi öğreniyor. Ayrıca kendisini elinden gelenin en iyisini yaparak yetiştirmiş şahane bir annenin öfke patlamaları yaşayan, şiddete meyyal çocukları da oluyor ne yazık ki. Var elbet bunun da sorumlusu. İşte o sorumlular küfür eden erkek çocukları "koçum benim" diye alkışlayanlar, "kimseden dayak yeme sana vurana sen de vur oğlum" diyen dağların aslanı babalar, mahallede çıkan çocuk kavgasında onları yatıştırmak yerine birbirini vuran ana babalar, şiddet haberlerine hiç şaşırmayan, çayını pastasını yerken "adam karısını vurmuş" diye dedikodu malzemesi olarak sohbetine renk kattığını sananlar, "aman kavga falan görürsen araya girme kim vurduya gidersin" diye telaşlanan anneler, daha neler neler... Bundan hepimiz tek tek sorumluyuz. Hiçbir şey yapmadığımız, yapmaya çalıştığımızda birbirimizi durdurduğumuz ve sonra utanmadan gidip yataklarımızda sanki melekmişiz gibi mışıl mışıl uyuduğumuz için. Hepimiz birbirimizin yüzüne tükürsek yeridir diyeceğim de hangimiz günahsızız ki o hakkı kendimizde bulalım.

Neymiş efendim insanoğlunun doğasında varmış şiddet,aman ne şahane tespit. Neden bazılarımızın doğasında yok. Biz insan değil miyiz? Biz de öfkeleniyoruz, hatta deliriyoruz zaman zaman ama kimsenin suratına şamarı yapıştırmıyoruz, elimizdeki eşyaları yerlere çarpmıyoruz. Sakinleşmeye çalışıp soğukkanlı düşünmeye çaba gösteriyoruz. Çok mu kolay bu? Hiç değil. Ama şöyle düşünüyoruz temelde, kimseye vurmaya, kimseyi incitmeye hatta hiçbir eşyaya zarar vermeye hakkımız yok. Temel mesele de bu kendinde hak görme meselesi zaten. Evlendik, sen benim karımsın aaaa hayır yanlış söyledim karım değil malımsın. E bir insanın da kendi malı üzerinde bir otoritesi ve karar verme yetkisi olduğuna göre sen benim istediğim gibi olmazsan kafa göz dalabilirim. Bu işte temel düşünme biçimi. Aslında bu adamlar belki de robot kadınlarla evlenmeliler. Sonsuz itaat. Ama bence bu tür adamlar bir yolunu bulur o robotları da parçalar, kablolarını söker, kafalarını koparır, mekanizmalarını bozarlar. Sonra yatışıp takım elbise ve kravatlarını takar, koltuklarına oturur cep telefonlarından yenisini sipariş ederler. Zira onun o içindeki manyağın karşısındakinin ne yapıp yapmadığıyla bir ilgisi yok esasen. 

Beyler içinizde elbette gerçek anlamda insan olanlarınız, hatta kadınlarla bu konuda omuz omuza savaşanlarınız var. Dilerim sayıları da çoktur bu güzel kalpli adamların. Ama merak ediyorum bir adam bir kadını öldürdüğünde sizin içiniz o cinse mensup olmaktan dolayı utançla dolmuyor mu? Yoksa siz de bazılarınız gibi "kadın kim bilir ne yaptı?" diye adama haklılık sunma yoluna mı giriyorsunuz? Hiç aklınıza geliyor mu bir insanın yaşam hakkının ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın elinden alınamayacağı. Siz birbirinizi, hemcinslerinizi onayladığınız sürece bunun asla bitmeyeceği, belki bir gün damadınızın kızınızın gırtlağını keseceği ya da eniştenizin kız kardeşinizi öldürüp, ormanda ıssız bir yere gömeceği aklınıza geliyor mu? O zaman da kızım, kız kardeşim ne yaptı acaba der misiniz? Düşünün. Birbirinizi haklı çıkarmaktan vazgeçin artık lütfen. Çünkü haklı değilsiniz. Birini öldürmenin normal olduğunu düşünerek nasıl haklı olabilirsiniz, düşünün. Ama herkes yapıyor o zaman demek ki normal demeyin. Normal değil. Zaten kitle çoğu zaman haksızdır. 

Bunları söylemek istedim çünkü bir kadın olarak borçlu hissediyorum kendimi. E ne işe yarayacak bu söylediklerin diyeceksiniz belki. Bir işe yarar mı bilmiyorum, hatta sanmıyorum da. Ama ben hergün bu haberleri okurken bir insan olarak utançtan yerin dibine giriyorum. Ve en çok da sustuğum için utanıyorum. Bu yazıyı daha fazla utanmamak için yazdım. Koca okyanusa bir zerre. Olsun okyanus da zerrelerden oluşmuyor mu?

Fotoğraf: Engin Akyurt

14 Mayıs 2021

Cuma Mektupları- Buluttan Kayalar


 Benim güzel kardeşim,

Ocean Vuong, Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz adlı kitabında nefis bir anısını anlatıyor, annesi ile yaptıkları bir uçak seyahatinde uçak türbülansa giriyor ve sarsılmaya başlıyorlar. O sırada altı yaşında küçük bir çocuk olan yazar öyle çok korkuyor ki annesi bir koluyla ona sarılıyor ve şöyle diyor, "Bu kadar yükselince bulutlar birer kaya parçasına dönüşüyor, sen de bu kocaman taşları hissediyorsun." 

Bu bölümü okurken kendimi öyle bütünleştirmiştim ki o küçük çocukla bir an için kendimi o uçağın içinde hissedip gözlerimi kapadım. O sırada şunu düşündüm. Böyle bir korku sırasında gözlerimi açık tutmayı mı yoksa kapamayı mı tercih ederdim? Sanırım açardım. Elbette bu şu anda rahat, güvenli bir odada oturmuşken verdiğim bir karardı. Hiç de öyle olmazdı dedim kendime. Az önce o uçağın içinde olmadığın halde kapatmadın mı gözlerini?

Şu aralar da kapıyorsun ya gerçi. Bütün o korkunç haberleri okumaktan vazgeçtin mesela bir süredir, öyle çok ölüm haberi aldın ki biri sana bir ölüm haberi verse kulaklarını tıkamak istiyorsun, canını yakan bir fotoğrafa bile bakamıyorsun artık, bir filmdeki acıları kaldıramaz hale geldin ki o gerçek bile değil. Şimdi düşün bakalım gerçekten gözlerini açık mı tutardın yoksa her şey geçip bitene dek kapamayı mı tercih ederdin?

Biz görmeyince ya da duymayınca gerçek gerçek olmaktan vazgeçmiyor biliyorsun değil mi? Ama göğsümüzün içindeki de taş değil be kardeşim. Her acıda asit yağıyor üzerine ve yavaş yavaş eriyor. İnsan ne yapacağını bilemiyor. Saklanacak bir delik yok, nefes alacak bir gök kalmadı artık. Bir tek şey kaldı elimizde o da hala inatla dayanmaya çalışan kalbin içinde minik bir inci gibi parlayan umut. Nasıl inci kumlardan oluşuyorsa umut da acılardan mı oluşuyor dersin? Bilemiyorum. İnan bana artık hiçbir şeyi bilmiyorum.

Geçen gün bunu düşünüyordum, ben artık hiçbir şey bilmiyorum dedim. Bildiğim her şey hikaye oldu. Doğrular yanlış, yanlışlar normal oldu ve benim öğrendiğimi sandığım hiçbir şeyin bu dünyada hükmü kalmadı. İnanıyor muyum kendi doğrularıma hala? Elbette sonuna kadar hem de. Ama hükümsüz işte, o ne olacak bilemiyorum. 

Hal böyle işte. 

Yüreğinin kıyısından öperim, hasretle...

Fotoğraf: Pexels

07 Mayıs 2021

Cuma Mektupları

 


Benim kıymetli kardeşim,

Kendimi yavaş yavaş yaprakları dökülen bir ağaç gibi hissediyorum. "Arkana bakma" diyorum kendi kendime "sen güneşe bak. O parladığı sürece umut var." diyorum ama yine de kendimi arkama bakmaktan alamıyorum. Ah o yapraklar, yapraklar... Her birine bir hayat sığarmış gibi geliyor bana ya aslında yağan yağmurla dünyanın çöplüğüne gömülmeye yazılı kaderleri. Her insan böyle değil mi? Kendisine kocaman görünen dünya, bu koca çöplükte bir hiç. Ne zavallıyız bak halimize. Ne kadar acınası, ne kadar merhamete muhtaç.

Merhamet dedim de aklıma geldi. Biz onun yokluğundan böyleyiz değil mi? Hepimiz baktığımız yerde merhamet ararken cehennem alevlerinden islenmiş yüzümüzle, o alevlerin dumanından kırpıştırdığımız gözümüzle kalakalıyoruz. Ama sorun bizde aslında. Sanıyoruz ki hiçbir şeye gücümüz yetmez. Şöyle olmalı o cümle, "her şeye gücümüz yetmez belki ama karınca misali su taşımalı yangına." Hepimiz böyle olsaydık, pes etmeseydik, teslim olmasaydık yani belki o alevler değil güller çıkacaktı karşımıza.

Bir haber okudum. Adamın biri park etmiş bir araçtan kedi sesi duymuş. Ve aracın üzerine not bırakmış, kaportada kedi var diye. Bir bankamatik makbuzuna yazmış notu. Şimdi bu adamın vicdanından öpesin gelmiyor mu senin de? Bu kadar zalim bir dünyada mavi küçük bir çiçektir o vicdan. 

Ah benim güzel kalpli kardeşim,

Çok uzun zamandır ağlamadım. Bu güzel bir şey mi? Değil. Kalbimi nasıl da bir istiridye gibi kabukla kapladığımın hikayesidir bu. Acıdan, kederden, korkudan bir kabuk. Ölmüş insanların hatıralarından örülmüş, daha fazla acı olmasın diye kaya gibi sağlam bir kabuk. Ama sandığım kadar sağlam değilmiş ki akan gözyaşları ile (ki uzun zamandır ilk defa) kar tanesi gibi eriyiveren bir kabuk. Biliyor musun ağlamak iyi geldi. Hep iyi gelir. Unutmuşum. Varsın erisin dedim. Bu acıdan korunmanın yolu da yok zaten. Hiç olmazsa yıkansın kalbim. Dünya böyle işte dedim. Belki düzeliriz. Belki eskisi gibi olmasa da daha katlanılabilir bir hal alır.

Üzdüm mü seni ? Üzülme. iyi olacağız diye düşün. Düşünmek belki başlangıcıdır olacak olanın. Öyle de kendine. Ben öyle diyorum. Buna inanmak için kendi kendime konuşuyorum. İyi olacak, iyi olacak, iyi olacak.... Sen de söyle. Belki hepimiz aynı şeyi tekrar edersek, hepimiz iyi olsun diye çabalarsak, hepimiz kalbin çekirdeği olan merhameti kazıp yeniden çıkarırsak kim bilir belki gerçekten iyi olur...

Kalbinden öpüyorum seni, kalbinin çekirdeğinden.... Zira o olacak tohumu güzelliğin ve iyiliğin....

06 Mayıs 2021

soruyorum size bayanlar baylar


Bunu gerçekten merak ediyorum, ben bu kadar uzun zamandır yazmıyorken, tam bir sorumsuzluk örneğiyken, bu bloğu burada böyle boynu bükük kendi halinde bırakmışken sizler bu bloğu nereden buluyor ve takip ediyorsunuz. Hatta okuyor ve yorum yazıyorsunuz. Az önce gariban sayfama bir göz atayım diye geldim ve gerçekten şaşırdım. Yorumlar yazmışsınız, takibe almışsınız. Benim gibi bir vefasız blog yazarına bu vefa beni gerçekten utandırdı. Merakımı mazur görün ama gerçekten şaşırdım.

Eskiden çok ciddiye alıyordum yazmayı. Hem de nasıl. Biri bir kelime etse kafamda yüz fikir patlıyordu. O halimi deli gibi özlüyorum. Üzerine çok düşünüyorum; yaşlandım mı, coşkumu mu kaybettim, insanlarla iletişimi mi azaltma meylindeyim, yoksa artık yazamayacağıma ya da yazmaya değer bir şey olmadığına mı inanmaya başladım?

Öyle çok istiyorum ki eskisi gibi olmayı, bir şarkıdan bir hikaye çıkarmayı, insanları yeniden gözlemlemeyi, onlara gerçekten bakmayı,  bir sohbet üzerine yazarak düşünmeyi. İnsanın zamanla içinde bir şeyler ölüyor belki de. Daha katı bir hale geliyorsun ya da ne bileyim. Oysa kafanın içinde bir dünya yaratmadan bu dünya fazla gerçek değil mi? Ki gerçeklik çoğu zaman dayanması, tahammül etmesi oldukça zor olan bir kavram. En azından benim için böyle. 

Bu halimi hiç ama hiç sevmiyorum. Şimdi hatırladım neden yazmayı azalttığımı; çünkü son yazdıklarım öyle karamsardı ki ne kendime ne de okuyana bunu yapmaya hakkım yok diye düşündüğümü hatırlıyorum. Negatif enerji saçıp duruyordum ve hiç ama hiç hoşlanmıyordum o halimden. Şimdi nasılım? Eh o halimden hallice herhalde. Daha iyi olurum diye umuyorum. 

Eeeee sorumu yanıtlayacak mısınız? Bak en azından merakımı kaybetmemişim, bu da bir şey değil mi?

fotoğraf: pexels

Ne demeli...

İnstagram'da tatlı tatlı gülümseyen, yüzünde güneşler parlayan gencecik bir kız gördüğümüzde o mutlu genç kızın bir gün biri tarafından ...