24 Nisan 2025

Sevgili Günlük


Her yılın başında günlük tutmaya başlarım ve öyle kararlıyımdır ki neredeyse iki elim kanda olsa yazacağıma inanırım. Aradan on beş gün geçer, bakarım ki yeni gelen yılın, ardımda bıraktığım yıldan pek de öyle ahım şahım bir farkı yok eski alışkanlıklarıma usul usul çaktırmadan bir yılan kıvraklığı ve yavaşlığında geri dönüveririm. Bunu utanç verici buluyorum. Çünkü bir aptal ancak aynı şeyi sürekli yapar.  Ama insan her daim umutlu bir varlık, değişeceğine hatta pek çaba sarf etmeden değişeceğine inanıyor.  

2024 yılının ortalarıydı sanıyorum, bir kitap okuyordum ve kitapta bir cümleye takılıp kaldım, eski bir defter buldum (1 Ocak'ta başlayıp birkaç gün yazdıktan sonra bir kenara attığım defterlerden biri) ve o cümle ile ilgili düşüncelerimi yazmaya başladım. Sonra şunu hatırladım, ben en iyi yazarak düşünüyorum. Sonra o defter yanımdan hiç ayrılmaz oldu. Öğrendiğim bir şeyi, öfkelendiğim bir şeyi, o gün olan bir şeyi, ülkede ve dünyada olan şeylerin bazılarını, sevindiğim bir şeyi, sevdiğim bir şeyi yazıp durdum. Şunu fark ettim, gün içinde gerek sesli gerek kafamın içinde kendi kendime konuşuyordum zaten ama bunları bir deftere yazınca sanki bir muhatabın var gibi hissediyormuşsun. Somut, görebildiğin ve muhatap alabileceğin bir parçan karşında duruyor gibi. 

Şimdi zaman zaman dönüp birkaç ay önce yazdıklarımı okuyorum. Kimi zaman kavga ediyorum "ne saçmalamışsın" diye kendimle, kimi zaman da gülüyorum. Birkaç ay içinde bile bu kadar değişiyorsak acaba yıllar içinde nasıl değişmiş olabiliriz diye düşünüyorum. Beş yıl ya da on yıldır yazıyor olsaydım çok rahat görebilirdim bunu fakat elimde sadece beş altı aylık bir yaşam dilimim var. 

Neler fark ettim bu minik dilimde, insanları çok umursamadığımı sanırken aslında fena halde umursadığımı, nezaketsizliğin beni çıldırttığını ama etrafımda bu tip insanlardan bolca bulunduğunu, okumaktan bazen delice keyif alırken bazen elime hiç kitap almak istemediğimi, uzun uzun aylaklık zamanlarımın olduğunu (kaç yaşına geldim hala mı ya?) uzun zamandır huzurla uyumadığımı, "aman ne olursa olsun bana ne?" dediğim zamanlarda bile aslında her şeyi fazla fazla umursadığımı, çoğu zaman her şeyden bıktığımı, bıkmadığım zamanlarda keyifliymişim gibi kendimi  kandırdığımı, sürekli "benim burada ne işim var?" dediğim yerlerde bulunmak zorunda kaldığımı, ülkede olup biten her şeyin beni delirttiğini, her insanın acısının içime işlediğini, bu kadar çaresiz hissetmekten nasıl da nefret ettiğimi. 

Bazen üzüldüm halime bazen de güldüm. Bazen kendime sarılıp teselli etmek istedim bazen de kıyasıya dalga geçmek. Ve bir on sene sonra bunları okuyunca ne düşüneceğimi merak ettim. Hani yazmak terapi derler ya bazen yazmak kapanmaya yüz tutmuş yaraları kanatmak unutmaya çalıştıklarını hatırlamaktan başka bir şey değilmiş onu da fark ettim. 

Resim: Olga Haydamaka

20 Nisan 2025

Bütün ufak tefek sıkıntılarım



Ölüm üzerine uzun uzun kafa yormaya 2010 yılının 4 Ağustos günü başladım çünkü o gün babam öldü. Öyle birden bire, hiç bir işaret vermeden, yorgun kalbi artık atmamaya karar verdi. Öldüğünde yüzünde şaşırtıcı derecede güzel bir gülümseme vardı. İnsan birini kaybedince büyülü şeylere inanmaya daha da meyilli oluyor, o gülümsenin onun güzel bir yere gittiğine dair işaret olduğunu düşündüm, hayır buna inanmayı seçtim. Atlatmak pek kolay olmadı, bunu kabul etmek için önce şoktan çıkmak gerekiyordu, şoktan çıktığınızda da acı katmerlenerek büyüyor büyüyor ve ciğerlerinizi söküyordu. Şimdi aradan on beş yıl geçmişken tıpkı eski bir yara izini okşar gibi hüzünle anımsıyorum o günleri.

Aradan biraz zaman geçtiğinde çok yakın bir arkadaşım babasını uzun hastane süreçleri sonrasında kanserden kaybetti. Onun annesi de tıpkı babam gibi ani bir kalp krizi sonucu yaşama veda etmişti. Bir gün ona hangisinin daha zor olduğunu sordum, ani ölüm mü yoksa ölümcül hastalığı olan birinin uzun ve acılı bir süreç sonunda hayatını kaybetmesinin mi? İkisi de diye cevap verdi, ikisi de bambaşka zorluklara sahipmiş. Pek konuşmak istemedi, üstelemedim. Biliyordum bundan konuşmanın ne kadar zorlayıcı olabileceğini.

Miriam Toews'in Bütün Ufak Tefek Sıkıntılarım kitabını okurken ölüme dair daha önce hiç düşünmediğim bir durum çıktı karşıma, intihara eğilimli bir kardeş. Bunu hayal edemedim çünkü ne intihar eden bir yakınım vardı ne de bu eğilimde olan biri. "Bu çok zor olmalı" diye düşündüm. Çünkü her an kendini öldürebileceğini bildiğiniz ve doğal olarak başında nöbet tutamayacağınız birinin hayatından sürekli ama sürekli endişe ediyor olmak. Defalarca bu girişimde bulunmuş ve her defasında kurtarılmış bir kardeşi hastane odasında hayatın yaşanmaya değer olduğuna inandırmaya çalışmak çok zor olmalı. Hatta belki siz bile hayatı saçma buluyor, sadece ona katlanıyor ve bunu yaparken çok ama çok zorlanıyorken.

Toews kendi yaşamından yola çıkarak yazmış bu kitabı. Çünkü hem babası hem de kız kardeşi hayatlarına kendi elleriyle son vermişler. Doğal olarak anlatılan tüm acı bu kadar samimi bu kadar gerçek. Dramatize etmeden, ama insanın kalbine dokunan bir roman Bütün Ufak Tefek Sıkıntılarım. Beni en çok etkileyen tarafı ise kitabın karakterlerinin birbirlerine tutunarak, birbirlerinden güç alarak ayakta kalmak hatta mutlu olabilmek için gösterdikleri çaba, acının üzerine konuşabilmeleri, onu paylaşıp hafifletebilmeleri, birbirlerine yalnız olmadıklarını, aynı yerden yaralandıklarını ve bunun onları hep bir arada tutacağını hissettirmeleri oldu. Aile biraz da bu demek değil mi zaten, zorlandığında sırtında hissettiğin ellerin toplamı? 

Ben çok ama çok severek, çok çok etkilenerek okudum kitabı. Bazı yazarları okurken şöyle düşünürüm, "eğer tanışıyor olsaydık, çok iyi arkadaş olurduk." Miriam Toews de benim için böyle yazarlardan.


Sevgili Günlük

Her yılın başında günlük tutmaya başlarım ve öyle kararlıyımdır ki neredeyse iki elim kanda olsa yazacağıma inanırım. Aradan on beş gün geçe...