Sigara içiyordum yağmura baka baka. Banklar ıslanmış, onlara bakıp neden hüzünlendiğimi anlamaya çalışırken bir adam geldi yanıma. "İçeride sigara içirmiyorlar değil mi, siz de dışarda içmek zorunda kalıyorsunuz" dedi. Başımı salladım. Zira pek muhabbet edecek halim yoktu. Kafamı toplayıp bir sigara içmek, yağmura bakıp sessizce durmak istiyordum. Ama olmadı. Adam 17 yıl önce sigarayı bıraktığını söyleyerek başladı hikayesini anlatmaya. Burada o hikayeyi ifşa etmeyeceğim. Yalnız şu kadarını bilin, hikayesini şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açılmış halde dinledim onu. Bir insan bu kadar ölümü nasıl taşıyabilmiş anlamaya çalışırken ne yağmur kaldı gözümde ne de hüzün kırıntısı... Çok tuhaf, insanlar neden içlerini en yabancı oldukları kişilere açarlar? Onları yargılamayacağımızı bildikleri için mi? Daha sonra karşılaşma ve "ne oldu o iş?" diye sorma ihtimalimiz olmadığı için mi? Bence biz birbirimizin kuyusuyuz. Zaman zaman sırlarımızı fısıldadığımız bilinmedik kuyular...
Bu aralar kuyular üzerine çokça düşündüm aslında. Nermin Yıldırım'ın Saklı Bahçeler Haritası'nı okuduğum için mi yoksa kendimi bir türlü içinden çıkamadığım bir kuyuda hissettiğim için mi bilinmez, ama çok düşündüm. Gördüğüm kuyuları anımsamaya çalıştım. Ve onların başında dururken ne hissettiğimi. Kuyuların ayrıntısı hatırlamasam da ne hissettiğimi çok net hatırlıyordum. Aslında hep böyle oluyordu, hiçbir nesnenin ya da insan yüzünün detayını anımsamıyordum ama onların yanında ne hissettiğimi tam olarak hatırlıyordum. Her neyse. Kuyular diyordum. Onların başında hissettiğim büyülenmiş bir merakla karışık korkuydu. Korkunun kendisi de belki biraz büyüleyici birşeydir aslında. Çünkü korktuğun şey olduğu vakit büyük ihtimal hayatın değişecektir. Belki hayatın diye birşey bile kalmayacaktır ortada. Diplerinde çöreklenmiş yılanlar varmış gibi gelir bana kuyularda. Neden böyle bir resim var kafamda bilmiyorum ama hep öyle gelir. Aynı anda düşmek, yılanlar ve ölme korkusu.... İnsan korkunun nesinden bunca büyülenir ki...
Bir de aklıma arkadaşımın anlattığı bir büyü hikayesi geldi kuyular hakkında düşünürken. Hikaye çok yakışıklı bir delikanlı hakkındaydı. Bu yakışıklı delikanlı henüz evlenmişti ve köyden başka bir genç kız delikanlımıza delice tutulmuştu. Etmiş edememiş ve "benim olmayacaksa ölsün" diyerek sabun üzerine iğneler saplamış ve büyü yapmıştı. Sabun erimeye başladıkça delikanlı bir deri bir kemik kalmış, götürdükleri doktorların hiçbirinden şifa bulamamıştı. En sonunda köyün ihtiyarlarından biri "bunda büyü var" diyerek aileyi bir adama yönlendirmiş, adam nasıl etmişse kör kuyudaki iğneli sabunu bulmuş ve delikanlıyı ölmekten kurtarmıştı. Bu öyküyü anımsayınca kuyunun dibindeki yılanlara bir de iğneli sabun eklendi kafamda.
Bence sahiden biz birbirimizin kuyusuyuz. Kimi zaman sırların fısıldandığı, kimi zaman ölümümüze ferman yazıldığı, kimi zaman kaybolsun istediklerimizin atıldığı kuyular... Bir de kuyularda üst üste gözleri açık yatan ölü insan bedenleri var ki onlardan hiç söz etmeyeceğim. Zira biraz daha bu konu üzerine düşünmeye devam edersem, korkarım kendi kuyumda aklımı yitireceğim...
İnsanın kendi kuyusuna bakma, bakıp seslenme, sesinden ürkme hali mevsimsel mi bilmiyorum ama içerisinde bulunduğum halin özeti gibi olmuş.
YanıtlaSilKuyu ve yılan eşzamanlı ya da sanki eş anlamlı sözcükler gibi gelir bana da.
evet biz kesinlikle birbirimizin kuyusuyuz. özlemişim seni okumayı. daha sık zaman yaratmalıyım.
YanıtlaSil